3/28/2010

Agora (2009 - bir anti Canavaroluşçuluk filmi)



Amenabar muhteşem bir yönetmen. The Others'ı geçtim, Thesis'ı geçtim, The Sea Inside (2004 - İçimdeki Deniz) isimli filmiyle kalplerin tam üstüne kocaman bir kaya bırakarak benim özellikle kayırdığım yönetmenlerden biri haline almıştı. Rachel Weisz'ımla birlikte çalışması da filmi zaten çok beğeneceğimi garantilemişti fakat bu kadar cesur bir film de beklemiyordum açıkcası.

Bu aralar her önüne gelenin din aracılığıyla prim yaptığı, allah-razı-olsunculuk oynamanın moda olduğu, Grey's Anatomy gibi bilim irfan -ve evet düzüşme- peşinde olan cerrahları anlatan bir dizide dahi dinin ön zaman zaman ön plana çıkabildiği göz önüne alınırsa Amenabar'ı bu cesur hareketinden dolayı ayakta alkışlamak gerekir. M.S 380'lerde Roma İmparatorluğuna bağlı İskenderiye'de geçen film, din kavramının tam karşısında duruyor adeta. Hoşgörü ve pembe ekmekli merhamet yaydığını iddia eden bu büyük dinlerin, ne kadar hoşgörüsüz, ne kadar toleranssız, ne kadar sağduyusuz ve kıskançlıktan gözü dönmüş, cehalete bandırılmış güruhlar için ne kadar ideal bir kamçı olduğunu izliyoruz film boyunca. Hypatia isimli kadın filozofu İskenderiye'nin klasik döneme ait son kitaplığını korumak adına, Dünya'nın, Güneş'in ve yıldızların gizemini çözmek adına ve uygarlığa bir adım daha yakınlaşıp öyle ölebilmek adına verdiği mücadeleyi görünce gözlerinizin hem sinirden, hem dramatik etkinin verdiği güçle dolmasına engel olamıyoruz film boyunca. Etrafınızda Ümit gibi film-atmosferi-mahvedicileri bulunsa dahi filmin yer yer soluksuz bırakan atmosferi sayesinde oluyor tüm bunlar. Evet.

Klasik dönem silinirken, birbirlerine müsamaha göstermeyen paganları, Hristiyanları ve Yahudileri, politik çıkmazları ve sembolik de olsa koca bir 'Canavaroluşçuluk' harekatının nasıl tohumlarının ekildiğine şahit oluyoruz iki saat boyunca. Filmde ilginç teknik detaylar da yok değil; insanlar birbirlerini bir hiç uğruna ezerken kamerayı uzayın derinliklerine, dünyayı çok ufak kılan bir noktaya kadar geri çekmek daha önce pek sık gördüğümüz bir şey değil (akıllara Contact'i getiriyor tabii). Blogumun tagline'ında da dediğim gibi, JUST ZOOM OUT A BIT..İnsanoğlunun ne kadar canavar bir varlık olduğunu görebilmek için, uzaya giden turlar kişi başı 20 euro'ya düşse bile asıl çözülemeyecek sırrın bu canavarlığın sebepleri olduğunu görebilmek için, tabloya biraz dışardan bakmamız yeterli. Hepimiz birer canavarız. Teşekkür ediyoruz Amenabar'a.

3/25/2010

Anadolu'nun Kayıp Şarkıları (Belgesel)



Bir ay kadar önce soundtrack albümünü satın almıştım, vizyondan kalkmadan nihayet bugün izleyebildik. 90 dakikalık bir belgesel söz konusu ve İstanbul'da çekilmiş görüntülerin kolajından oluşan bir sekansla başlıyor. Tüm o kakafoniden, tüm o İstiklal zıkkımından, o metropol çöplüğünden, zirvesi bulutlara gömülmüş koca bir dağın göründüğü kareye, Anadolu'ya, havanın ve oksijenin sesini duyabildiğimiz diyarlara öyle ani bir geçiş yapıyor ki film, dehşete düşmemek elde değil. Belgesel boyunca Anadolu'nun çeşitli yörelerinden, çeşitli kültürlerinden hem yürek burkucu, hem gülümseten enstantenelere şahit oluyoruz. Bu sırada bize sürekli eşlik eden şey ise o yöreden insanların çıplak sesleriyle söyledikleri, kendi enstrümanlarıyla çaldıkları ve daha sonra stüdyoda zenginleştirilmiş müzik oluyor.

Filmden çıkar çıkmaz söylediğim ilk şey şuydu: Şu ülke içersinde ne kadar farklı dans etme, şarkı söyleme, ağıt yakma, yas tutma, sevinme ve müzik yapma şekli var! Aralarından sadece bir sıradağ geçen iki şehrin insanları birbirinden farklı dans ediyor, farklı şeylere üzülüp seviniyor! Bu daha önce bilmediğimiz bir şey miydi? Tabii ki hayır fakat filmin başında da söylendiği üzere 'koca dünya -daha doğrusu koca 'west'- doğuda ne kadar enteresan kültür varsa onlara merak salarken' Anadolu her zaman isimsiz kalmış, geride kalmış. Dünyayı geçtim, Boğaz Köprüsü'nün iki yakasında şehircilik oynayan biz insanların Anadolu'ya ait çoğu şeyden bihaber olması ortadaki acı gerçeği daha da katlanılmaz hale getiriyor. Tunceli'den, Hatay'dan, yeşilini, sisini, Sümela'sını her gördüğümde nefesimi kesen Doğu Karadeniz'den, Kars'tan, Antalya'dan, Burdur'dan her yerden bir tutam görmek, duymak mümkün.

Duyguların iyice yoğunlaştığı finaldeki çalışma da usta ellerden çıkmış belli. Filmi bölümlere ayırır gibi sürekli araya giren teyzenin hikayesini de sonlandırıp tüyler diken diken gözler ıslak ıslak salondan çıkmak üzereyken bu sefer de şahane credits sekansına takılı kaldık. Sekiz yıllık çalışma sonrasında Nezih Ünen ve ekibi muazzam bir iş çıkarmış. Üzerinden tonlarca rengin, ırkın, sesin geçtiği Anadolu'nun acısını, yükünü sekiz yılda bulup, ellerinden geldiğince 90 dakikaya sığdırmaya çalışmışlar. Saygıyla eğiliyorum. Yazı bittiğine göre şimdi Blackberry mi alsam yoksa iPhone mu alsam diye Google'dan araştırabilirim. Yazı bitti ne de olsa.

3/07/2010

Anadolu'nun Kayıp Şarkıları


İçimdeki doğu ateşi hiç sönmüyor sevgili seyirciler. Bir Anadolu aşığı olduğum söylenemez, böyle bağlama ısırıp, gözleme yiyip, ayran içip, dut ağaçlarını ev belleyip yaşamıyorum belki ama Anadolu'dan gelen müzik -çoğunlukla Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgesi- istiasnasız gözlerimi kısıp uzaklara bakmama sebebiyet verir. Neyse, kısa kesersek eğer. Anadolu'nun Kayıp Şarkıları'nın Nezih Ünen liderliğinde oluşturulmuş soundtrack'ini aldım geçen. Bir dinliyorum pir sultan abdal yani, o derece. Kürtçe var, Arapça var, Lazca var, Türkçe var. Modernleştirilmiş bir sound var ki bizim gibi shopping center jenerasyonu tipler de dinleyebilsin. İyki yapmışlar. Mükemmel olmuş. Semazen kıyafeti giyip elde vodka redbull dans ederken bulabilirsiniz kendinizi, bu da yetmezmiş gibi yere oturup toprağı yumruklayarak ağıt yakarken Motorola V8'inize gelen 'İspanya biletlerini satın alıyorum' müjdesiyle moonwalk yapmaya kalkışabilirsiniz. Falan filan. Cidden mükemmel olmuş.

PS: Hissettiğim duygularla dalga geçmeye bayılıyorum.

Bu da albümdeki en iyi çalışmalardan biri; Derenin Kenarına Yattım (Rize Yöresi)