12/27/2009

Kar; yağ.

İlkokulda sabahçı olduğum, kışın 'gerçekten' geldiği dönemlerdeki sabah uyanışlarımı hiç unutmam. Eğer bir şeye geri dönmek istesem şu an, o günlere geri dönmek isterim galiba.

O zamanlar oturduğumuz ev biraz daha küçüktü ve sobalıydı. Antrede yanan sobanın sıcaklığı odama kadar gelirdi, kıpkırmızı yanaklarla ve terlemiş enseyle uyanırdım hep. Önce bir sağa bir sola döner, biraz yorganla boğuşur ve en sonunda gözlerimi açardım. Bazı sabahlar dışardan içeriye bembeyaz bir ışık yansırdı. O kadar güçlü yansırdı ki, heyecandan içim kıpır kıpır olurdu. Yataktan pencereye kadar geçen üç saniyelik sürede midemin derinliklerinden yükselen sevinç nidasını on kere bastırmak zorunda kalırdım. Ve sonunda perdeyi açardım korkunç bir mutlulukla, güçlü yansımasından dolayı gözlerimi kısmak zorunda kalırdım; Kar. Evin etrafındaki ağaçları beline kadar kaplamış, sabahın körü olduğu için henüz üzerinde yürünmemiş kar. Aşırı sessiz. Bembeyaz. Ağaç da, asfalt da, çöp kutusu da, kiremit çatılar da bembeyaz. O gün mont (gocuk?) daha bi sıkı düğmelenir, atkı nefessiz kalınacak şekilde sıkılır ve normal çorabın üstüne kalın köy çorabı giyilir ve dışarı öyle çıkılırdı. Yürüme mesafesindeki okula bu sefer çok daha uzun sürede sallana sallana gidilir, atılan her adımda çıkan sesten garip bir haz alınır ve okul bahçesinde karla ölesiye oynanır, en sinir olunan arkadaşın sırtından içeri avuç avuç kar bırakılırdı. Çok istiyorum lan kar; yağ yine.

12/19/2009

30 Seconds to Mars - This is War

30 Seconds to Mars, Virgin EMI’nin açtığı 30.000.000 $’lık davanın eşiğinden döndükten sonra This is War isimli albümle yıllar süren hasretime son vermiş bulunmakta. Fanların gönderdiği fotoğraflardan oluşturulmuş 200.000 farklı albüm kapağı olan, fanların seslerini albümde koro olarak kullanıldığı, yer yer felaket tellallığı yapan, yer yer bunu beceremeyen, epey kötü eleştiriler alan ve almaya devam eden bir albüm söz konusu.

This is War nasıl bir albüm olmuş, bundan bahsetmeden önce grubun önceki albümlerinden bahsedelim biraz. 2002 yılında grupla aynı isimli çıkış albümlerinde post apokaliptik bir hava, science-fiction soslu bir tema ve sound vardı. Capricorn (A Brand New Name), Edge of the Earth ve Echelon gibi inanılmaz parçalar vardı. Bu albümden üç sene sonra çıkan A Beautiful Lie isimli albüm grup biraz daha emo-kid, biraz daha ibiş, biraz daha saçlarından dolayı tek gözü görünmeyen insanlara dönüştüler A Beautiful Lie, From Yesterday, The Kill gibi başyapıtlara imza attılar. Sadece şarkılarla değil, Jared’in inanılmaz dehasından fırlayan video kliplerle de akıllara kazındılar. Epey de ekmeğini yediler. Peki bence This is War bu ekmeğe yağ + bal mı sürüyor, yoksa çöpe atıp yerine ekmek kızartma makinesine yenilerini mi koyuyor ona bakalım.

Escape isimli intro ile başlıyor albüm. Monklardan, Jared’in albüme dair bir introduction’ından ve fanların albümün başlığı haykırmasından ibaret bir intro. Eğer konser girişi kafada canlandırılırsa muazzam olduğunu düşünebiliriz. Canlı performanslar için yazılmış diğer şarkılar This is War, Kings and Queens, Hurricane, Closer to the Edge ve Night of the Hunter. Bu şarkılara daha ikinci dinleyişimde eşlik etmekten kendimi alamadım. 1000 Suns’ın da sözlerini yazmak istiyorum. Kimilerine çok corny gelebilir ama sözleri her duyduğumda bebeğini ilk kez bir yere tutunmadan adım atarken gören bir anne gibi sevinçle doluyorum. Ben de böyle klişe bir insanım işte napalım:

I believe in nothing

Not the end and not the start

I believe in nothing

Not the earth and not the stars

I believe in nothing

Not the day and not the dark

I believe in nothing but the beating of our hearts

I believe in nothing

Not in sin and not in god

I believe in nothing

Not in peace and not in war

I believe in nothing but the truth who we are

Çok teenage öfkesi gibi görünse de benim tam da böyle hissettiğim bir dönemde Jared Leto’nun böyle sözler yazmış olmasına başka bir tepki veremiyorum haliyle; otobüsün camından göklere bakakalıyorum. Gerçi bu tarz sözler diğer şarkılarda devasa çelişkiler içeren bir şekilde geri dönüyor. ‘Bunu yazan Jared, bunu nasıl yazmış olabilir peki ?’ demek mümkün, ama böyle bir çelişkinin olmayacağına dair bir yemin yok ortada. İnsanoğlunun en büyük vazgeçilmezi çelişki değil midir? Çelişmek iyidir. This is War’da da bunu dibine kadar hissetmek mümkün. Çıkış albümlerindeki mantığa geri dönüş niteliğinde bir Stranger in a Strange Land yazıp ultra şeytani sözler döşeyebilir, ondan sonra ‘savaşa gidiyoruz gençler, gidiyoruz buralardan, insanoğlunun dönemi sona erdi’ gibi cümleleri gaz vermeden, dibe vurmuş ve pişman bir şekilde söyleyebilir, Closer to the Edge’de nakaratın müthiş bir gazıyla o an yaptığınız manasız işi bırakıp Galata Köprüsünde çıplak ayakla koşmaya itebilir, Hurricane'de son dönemlerin en popüler ismi Kanye West'i barındırıp soru işaretlerine boğabilir, Alibi gibi bir şarkıda sadece Jared Leto’nun vokal iniş çıkışlarını ne kadar çiğ ve net ve muazzam yaptığını göstermek isteyebilir, dünyanın en önemli grubuymuş gibi davranıp –tıpkı M.Night Shyamalan’ın bir film yaparken dünyanın en önemli hikayesini anlattığını sanması gibi- sözlerde ve gitar partisyonlarında yer yer fiyaskoya dönüşebilir. Bunların hepsi This is War’da olabilir. Karanlık ve manasız, duygusal ve irrite edici olabilir. ‘Bitti her şey, dağılın’ diye fekalet tellalığını mutlu melodilerle yapabilir. Çelişebilir. Bu yüzden dünyanın en muhteşem albümü olabilir. En boktanı da olabilir. Belli olmaz.

Kafamı lava lambasından çıkararak yazmaya devam edersem yazdıklarım daha çok şey ifade edebilir sanırım. Evet. Ne şekilde gelirse gelsin, albüm epikliğinden zerre bir şey kaybetmiyor. Jared Leto bu soundtrack dehasını, şarkıyı yazarken bir film yazıyor gibi düşünme yetisini devam ettirdiği sürece albümleri bu görkemini korur. Beni de mutlu eder. Zaten Jared Leto’ya ayrı bir paragraf açmak lazım aslında. Bir insan düşünün Los Angeles’a geliyor müzik yapabilmek için. Bu sırada bu hedefine ulaşana kadar oyunculuk yapıyor. ‘Waiter job’ dediğimiz, oyuncu hayaliyle Los Angeles’a gelen zilyar tane insanın yaptığı ‘hayallere ulaşana kadar garsonculuk’ mesleği: Oyunculuk. Jared Leto olmak için nelerimi vermezdim. iPod’umu vermezdim heralde, ne biliym.

This is War. Albüm kapağı, sunuş şekli, albüm ismi etc. Stil çok önemli. This is War çok iddialı bir isim ve insanlar ‘poser’ diyor hem grup hem albüm için. Kısmen doğru, ama bu kadar şık yapabiliyorsa, bu kadar şık at koşturabiliyorsa bisikletli bir klibinde, daha ne. Bilmiyorum, bayrağı nedir, milleti nedir, kime karşıdır, albümde durduğu gibi teenager öfkesi körükleyen midir, yoksa kişisel laf salataları mıdır bilmiyorum. Ama ortada açılmış bir savaş var ve ben bu savaşa o kadar çok gitmek istiyorum ki. Ya da buralardan s.ktrolup gitmek istiyorum. Emin değilim.

Burdan grubun eşsiz videolarına da ulaşabilirsiniz:


Kings and Queens (Grubun yeni video klibi)




A Beautiful Lie





From Yesterday (The Last Emperor etkilenimli)



The Kill (The Shining etkilenimli)

Avatar - Best of 2009


http://www.imdb.com/title/tt0499549/

Çok yazık, bundan sonra yapılacak hiçbir sci-fi, fantasy, savaş, kahramanlık vs filmini beğenmeyeceğim, ya da beğenmekte çok zorlanacağım. Neden mi?

Çünkü annemden bile çok sevdiğim Sigourney Weaver'ıyla, sakalına traş köpüğünü vurduğunda 'hayır yapma!!' diye bağırdığım Sam Worthington'ınyla, oynadığı karakterden olsa gerek kanımdan canımdan bir parça bildiğim M.Rordiguez'iyle, mükemmel görüntü yönetmenliğiyle, imdb'deki 8.9 puanıyla ve eşsiz hayalgücü karşısında bünyemi yerlere serdiren James Cameron'unyla Avatar, 2009'un ve belki de tüm yılların en önemli filmlerinden biri. 'Ne kadar değişik bir şey izleyebilirim ki' gibi gizli bir şüphe film öncesi beynimi kemirip durdu fakat böyle bir hayal gücü yok. İnsansanız -ki filmi izledikten sonra olmamayı dileyebilirsiniz- bu filme gidersiniz, ve biletin on katını ödemeyi önerirsiniz, bu kadar net.

Aslında klasik bir savaş kahramanlık vs. filminde görebileceğiz her şey var bu filmde. Tamamen beklendiği çizgide, şaşırtmadan gidiyor. Klişeleri saysan, gırla. Peki bu kadar gözleri yaşartan, insanın ağzını açık bırakan nedir: James Cameron'un yıllardır üzerine çalıştığı detaylardaki zenginlik. Bunun ekrana kusursuz yansıyışı ve bu detayların filmde işlenişi. Tam 2 saat 40 dakika boyunca bir hayal gördüğünüzü düşünün, oyunculardan biri sizinle dalga geçermiş gibi 'şu an yüzünün aldığı hali görmelisin!' desin, barış peşinde koşan asker 'elbet her rüya biter' dediğinde yumruklarınızı sıktığınızı düşünün, fosforlu -delirmiş görselllik- bir orman düşünün ve bu ormanın sizinle konuşan bir anakart gibi işlev gördüğünü düşünün. Pandora isimli bir gezegen düşünün ve burda yaşayan halk hayvanlarıyla direkt temasa geçebiliyor. Onlarla bağlantıya girmek için adeta antenlerini kullanıyor. Bu detayı ekranda gördüğümde gözlerim doldu.

Pandora halkının kızılderililerin diline çok yakın bir tonda ve vurguda konuşması, basit de olsa işlenmiş Amerika'nın skirmish - search and destroy tavrına giydirilen eleştiri vs vs...Her şeyi anlatıp içine etmek istemiyorum, sadece böyle bir filmin yapıldığı dönemde yaşadığımız için şanslı hissediyorum. Sadece ikran'ın üzerinde uçan bir yerlinin makinalı tüfekle insanların üzerine ateş açtığı sahne için bile şapka çıkarıyorum. Allah kahretsin. 10 üzerinden 2009.

12/18/2009

The Boat that Rocked!!!



Muhteşem. Uzun süredir bu kadar başarılı, bu kadar çıngıraklı bir "feel good movie" izlememiştim! Değil rock'n'roll, değil rock'ın herhangi bir türünü, sadece müzik dinlemeyi bile seven herkes bu filme bir göz atmalı. Ön yargılı bir şekilde filmi uzun süre izlemedim, imdb linkine bakmaya bile üşenip dururdum fakat kadroda P.Seymour Hoffman'ı görünce dedim sen bi dur, sen şöyle bi kenara geç bi izleyeyim seni. 2 saatlik film, şahane sahnelerle yaklaşık 20 dakikada bitmiş gibi oluyor. Yer yer gereğinden fazla uzayan geyikler yok değil ama sıkılmadıysam onları sorun etmem de yersiz.

Kaçak bir rock'n'roll radyo istasyonundaki DJ'lerin hikayesini anlatan film birbirinden enfes karakterlerle dolu. Gerizekalısından kalleşine, bir odada iki düzine kadınla baş edebilecek sex tanrısından anti-karizmatiklik rekortmenine, lezbiyen aşçıdan bakire middle-age'lere herkes bu radyoya ev sahipliği yapan geminin içinde. Oyunculuk mütemadiyen göze batıyor zaten. Shaun of the Dead'den tanıdığımız toparlak Nick Frost başta olmak üzere, Bill Nighy, Tom Brooke ve tabiki P.S.Hoffman mükemmel oynamışlar. Ekrandan içeri girip yaptıkları salak saçma geyiklere eşlik edemedeğim için teknolojinin yetersizliğini suçlu buldum. Radyo kanun ihlalinden dolayı kapanacakken kapanış konuşmasını yapan Hoffman'a 'I was just kidding guys, let's rock n roll!!!!' dediğinde sarılmak istedim. Sarılıp onla arkadaş olup facebook'a eklemek istedim ama gel gör ki yine teknolojinin azizliği işte. İnsan dokunamıyor ekranda gördüğü şeye. Neyse, çok mutluyum lan. İyki varsın müzik. İyki allah bel anı ver mesi nemi.

P.S.Hoffman'a özel not: I think I'm falling for you! Oh be söyledim :P

Benim Adım Vasat Albüm

'Uçurtma' isimli şarkısında "Ben en güzel şarkımı henüz yazmadım" diyor Şebnem Ferah, fakat şundan emin olabilir ki en kötü şarkılarını Benim Adım Orman isimli bu son albümünde yazmış bulunmakta. Beşinci dinleyişimden sonra bunu üzülerek söylüyorum.

Şebnem Ferah iyidir, hoştur, candır. Muhteşem albümlere ve unutulmaz hitlere imza atmıştır
-atmaya devam edecektir-, kendimi bildim bileli dinlerim ayıla bayıla vs. ama bu albümde nedense beni çeken pek şey olmadı. Belki ilerde fikrim değişir demek isterim fakat vakit ayırır mıyım, ondan da pek emin değilim. Daha önceki Şebnem Ferah albümlerinde beşinci dinleyişimde en az beş altı şarkıyı kalıcı hafızaya almamdan olsa gerek, şu an hayal kırıklığı yaşıyorum.

Uçurtma ve Ateşe Yakın muhteşem şarkılar. Onun dışında tempo olarak dipte sürünen bir albüm. Şarkıların yavaş ve duygusal/melankolik olmasına bir lafım yok, Şebnem Ferah'ın en iyi yaptığı şeylerden birisidir slow şarkı yazmak. Beğenmediğim kısım, hem söz hem müzik olarak nitelikli, ya da akılda kalıcı bir şeyler bulamamamış olmam.

Albümün ismi, kapağı ve şarkılarının ismi -bunu söylemek zor ama- fiyasko. Kapaktaki yapaylığı tarif edemiyorum. Şarkı isimlerini de aceleye getirmiş gibi bir havası var. Her zaman çok şey anlatma derdinde olan Ferah, bu sefer tüm şarkıları toplamda bir dakikada isimlendirmiş sanki.

Bu albümden sonra bizi dört beş yıl bekletmesin Can Kırıkları'ndan sonra yaptığı gibi. Zira bu albümü bir hafta daha dinleyeceğimi bile sanmıyorum.

12/16/2009

Futurama

Biraz –‘biraz’ diyip ‘epey’ demek istemek- geç de olsa çizgi diziye başlamış bulunmaktayım. Gerçi her diziye geç başlıyorum ben. Dün gece üç bölüm izledim, ve evet muhteşem! The Simpsons gibi bir dizinin yaratıcısından kötü bir şey beklenmez zaten. Yanlışlıkla geleceğe, 3000li yıllara ışınlanan ex-delivery boy Fry’ın başından geçenler anlatılıyor. ‘Ex’ dedim ama bundan 10 asır sonra bile kendine yeni bir meslek edinmeyi başaramıyor, yine kargoculuk yapıyor. Fry’a eşlik eden diğer egzantirik karakterler şöyle diziliyor: Planet Express isimli uzay gemisinin tek gözlü kaptanı Leela. Sanırım Fry buna aşık oluyor bu arada. Kendisini karizmatik gösterdiği için puro, ve pillerini şarj ettiği için de alkolden vazgeçemeyen depresif, pasif-agresif robot Bender. Manyetik algılarıyla oynandığında muhteşem bir country şarkıcısına dönüşüyor –ki ikinci bölümün sonunda gülmekten çıldırma sebebimdir- ve yaşadığı evin gardrobu evin tamamından daha büyük :) Daha başkaları da var tabi de, üç bölüm izlemiş biri olarak sadece bunlar hakkında yazacak enerjiyi bulabildim. Ve son olarak;

“Shut that noise hole!”

Four days after the Station fire broke out in Angeles National Forest, a towering cloud billows over downtown L.A. The forest continued to burn for six weeks, threatening to destroy the historic observatory and crucial telecommunications towers on Mt. Wilson. (Don Bartletti / Los Angeles Times / August 31, 2009)

Bu fotoğrafların alındığı ve diğer şahane fotoğrafların da bulunduğu link ( thnx 2 dvk Evil Elvis):

12/13/2009

Saw VI - The legend suffers not!


Bazı isimlerin soytarı mı fenomen mi olduğuna bir türlü karar veremiyorum. Testere ve dolayısıyla Jigsaw a.k.a J.Kramer da bir karara varamadıklarım sınıfına girmekte. Birinci filmdeki efsanevi finali unutamayacağımı, hala izlememiş olanları arkadaşlıktan çıkarabileceğimi göz önüne alırsak -sen ne biçim bir insan oldun-, daha sonra gitgide vasatlaşan serinin hepsini inatla sinemada sadık bir fan olarak izlememin sebebini de anlamış oluruz sanırım. Gerçi en son beşinci filmin bitiminde salondan ayrılırken "Yemediğim abur cubur kalmadı film boyunca, ama hala mutsuzum. Artık yeter, Testere; seni 'sinemada izlenecek' filmler statüsünden çıkarıyorum."demiştim. Şimdi ne mi düşünüyorum; keşke bunu da sinemada izleseydim!

İkinci filmden çıkarken filmi beğenmek için ne kadar da kastığımı, üçüncüde artık buna takatimin kalmadığını, dördüncüde filmden çıktıktan sonra film hakkında hiç konuşma gereği bile duymadığımı, beşincide de 'sanırım kendimi Spy Kids gibi daha eğlenceli serilere vermeliyim'sonucuna vardığımı hatırlıyorum da, bu filmin ilaç gibi gelmesini kolay kolay kabullenmekte zorlanıyorum:)

Hikaye çok güzel akıyor filmde bu bir. Dördüncü ve beşinci filmde seyirci hikayeyi takip etmek istemesin diye elinden geleni yapan senaryo gitmiş, yerine çok daha akıcı ve artık seriyi neredeyse umursamayan beni bile tırnak kemirmeye iten bir senaryo gelmiş.

Müthiş final geleneğini bozmuyor bu iki. Final sahnesinde serinin yepyeni bir açılıma, tabiri caizse gerçek yeni Jigsaw'a doğru yelken açtığını görüyoruz ki bu da diken diken olan tüy sayısını ikiye katlıyor. Açılış tuzağından kurtulan kadınla Hoffman'ın yaşadığı diyalog sonrası Amanda'nın da yerinin doldurulacağını düşünmek mümkün.

Film Jigsaw'un tüm bu sapıklıkları yapmasının arkasındaki motivasyonu çok güzel anlatıyor bu üç. Kısa ve basit cümlelerle de olsa nasıl bir felsefeyle hareket ettiğini diğer filmlerden çok daha güzel gösteriyor.

Açılış sahnesi ve altı çalışanından dördünü kurban etmek zorunda kalan müdür sahnesi muhteşemdi bu dört. Patronları tarafından seçilmek için birbirine bok atan altı çalışanı kan, ter, salya sümük ve yalan dolan içinde görmek çorabımın dokumalarına kadar -naylon çorap giymiyorum evet- buz kesmemi sağladı. Mükemmel sahneydi.

6 filmdir aynı tema müziğinden vazgeçilmemiş olması yine beni benden aldı bu da beş. Yaratılan suspense, sonra açıklanan gerçekler, flashbackler falan filan ve hep o aynı müzik. Şahanetti.

İzleyin, izlettirin. Uzun bir süre sonraki ilk kez yeni bir Testere filmi için ümitliyim, o yeah; oy vono ploy o goym.

12/12/2009

United States of Zombieland


Filmin başrolünde bir ergen düşünün; yakınlaşabildiği en dişi şey boş bir pizza kutusu, içtiği en sert şey mountain dew, parmaklarını en çok kullanması gerektiği an Warcraft oynama ayinleri ve yattığını iddia ettiği hatunun adının Beverly Hills olduğunu iddia edecek kadar amatör!

Ve şöyle bir zombie filmi düşünün; ultra mega slow motion sahnelerde zombilerden kaçan insanlar ve bu sahnelere arka planda eşlik eden Metallica - For Whom the Bell Tollz! Final sahnesi -rüya gibi- son derece ışıklı bir lunaparkta geçiyor, dalga geçmediği şey kalmıyor, Woody Harrelson'ın dev oyunculuğu yetmezmiş gibi Bill Murray'in iki dakikalık cameo'suyla iyice çığrından çıkıyor.

Şu diyaloğu anlatmazsam çatlarım;
(arabada giderler, yol boştur, muhabbet yokuştur, bu ne dumandır)
Badass redneck tip: En son ne zaman sex yaptın?
Başroldeki loser: (o sırada yol kenarında devrilmiş bir kaç FedEx kutusunun yanından geçerler) Üç hafta önce, terk edilmiş bir FedEx kamyonetinin arkasında...evet...
Badass tip: Hadi be, adı neydi kızın?
Loser: Beverly...(uzaklara bakar)...Beverly Hills.

Neyse, zombilerle dolu filmler genelde komik olmaya çalışmadığı halde komik duruma düşerken, Zombieland bunu hiç kasmadan başarıyor efem. Zombi haklarken rollercoaster'a binme fantazisini izleyenlere armağan eden yönetmen Ruben Fleischer'ı kutluyor, daha ilk film denemesi olduğu için havaya üç el ateş açıyoruz.

Ha, konu açılmışken; Top 5 Yeni Dönem Zombie Filmleri
#1) 28 Weeks Later (2007)
#2) 28 Days Later (2002)
#3) Shaun of the Dead (2004)
#4) Dawn of the Dead (2004)
#5) Zombieland (2009)