1/29/2010

This is England, Tokyo Sonata

This is England: 1980’ler, Skinhead’lerle çok küçük yaşta tanışan Shaun’un ve aslında İngiltere’nin kısa bir hikayesi. Atılan milliyetçi nutuklar, yıkanan ve yıkanmayan beyinler, ‘ülkeyi işgal etmiş Paki’ler’, öfke nöbetleri ve denize fırlatılan bayraklar...Ağlamaktan ağzım kırıldı, mükemmel bir film çekmiş S.Meadows. Bu kadar geç izlediğim için de utandım kendimden, gelinlik giymeden, bebeğimden önce...

http://www.imdb.com/title/tt0938341/

Tokyo Sonata: Tokyo’da geçen bir aile dramı. Aile dramı aslında yanlış kelime, aile demek zaten dram demek, o yüzden ‘dram dramı’ demiş gibi oldum, neyse. Megavolkan’ın önerisi üzerine izledim ve hakkaten çok güzel bir filmmiş. Sıradan, bağları olabildiğince kopuk, sadece yemek yerken diyalog kuran, birbirlerinden olabildiğince habersiz, donuk bir aile. Bireyleri içten içe paramparça olurken, hala birlikte olan bir aile. İzleyecisinin kendisinden bir şey bulmaması imkansız olan filmlerden.

1/27/2010

Invictus

http://www.imdb.com/title/tt1057500/

Clint Eastwood’un son yönetmenlik işinde efsane adam Mandela’nın Güney Afrika Cumhuriyeti Milli Rugby Takımı’na nasıl ilham verdiğini ve bu takım aracılığıyla büyük bir şeyler kazanmaya aç bir ulusu nasıl ayağa kaldırdığını izliyoruz. Et ve kemik olarak Mandela’ya biraz fazla gelse de Morgan Freeman, ‘iki saatlik filmde daha fazla görseydik keşke’ diye düşündüğüm takım kaptanı Matt Damon haliyle çok iyi oynamışlar, aksini beklemek zaten Hollywood’un kıyamet filmi çekmeme kararı almasını beklemek gibi bir şey olurdu sanırım. Güzel film, ajitasyon ya da kafaya vurulan odun niteliğinde beylik ırkçılık karşıtı mesajlar yok en azından. Son yarım saati kaplayan rugby maçı yerine Mandela’nın hapishane sonrası psikolojisine de yer verilseymiş (hapishaneden flashbackler, Mandela’nın yaptığı şeylerin arkasında nasıl bir motivasyon olduğu irdeleyen sahneler vs.) daha mutlu olabilirmişim. O rugby maçı sahnesi çok iyi çekildiği için pek sorun değil gerçi, özellikle en sonda filmin tam bir karnaval havası alması, yaklaşan Dünya Kupası öncesinde içimi heyecan kaplamadı değil. Ortalık bayrak sallayan, elindeki bira bardağını havaya kaldırmış sevinç çığlığı atan insanlarla doluyor bir anda. Zaten bayrak denen şeyi sadece bu tarz olaylarda; bir turnuva sonrası insanların çılgınlar gibi sokaklarda eğlenip yüzlerini boyadığı, renklerin çeşitliliğinden dilin, dinin, ırkın rengini seçemediğiniz maç sonrası kutlamalarda seviyorum. Başka bişeyde değil. Filme ismini veren W.Ernest Henley şiirinin son dizeleri ise şöyle:

It matters not how strait the gate

How charged with punishments the scroll,

I am the master of my fate

I am the captain of my soul

1/23/2010

Yağdı!


Bugün her tarafı bembeyaz görmek beni çok mutlu etti. Öğlen saatinde dışarı çıkıp arkadaşlarıma üç beş kartopu atatarak nostalji de yapmış oldum, uzun süredir kara dokunmuyordum, o açıdan da mest olduğumu belirteyim.

Tüm ana yolların felç olması, bir haftadır yapılan uyarılara rağmen tuzlama gibi basit ve ilkel bir hadiseye bile kar yağdıktan sonra başlanması, İstanbul - İzmir yolunun saatlerce kilitlenmesi gibi rezaletlerin yaşanması beni mutlu etmedi, o ayrı konu.

Öğlen saatlerinde pencereden dışarı bakıp, içimden 'hadi dostum, biraz daha biraz daha!' diye kara seslenirken, bir anda bir flashbackler havuzunda buldum kendimi. Çocukken kar yağdığında yarım saat arayla pencerenin önüne gider, hala aynı şiddetle yağıyor mu, karın yüksekliği gittikçe artıyor mu diye kontrol ederdim. Her defasında derin bir oh çekip odama geri dönerdim. O zaman oturduğumuz ev sobalıydı, pencerenin dış pervazından biraz kar alıp sobanın üstüne bırakıp çılgın bir gürültüyle eriyişini izlerdim. Falan filan, nerden çıktıysa bende de bu kar fetişi, çocukluğuma falan geri dönmek lazım aslında bi.

Bu da iş yerinden çektiğim bir foto olarak geçsin tarihe.

1/22/2010

Grey's Anatomy Season 6


"The Season that Changes Everything" tagline'ına bakarak, 10. bölümden sonra 'hadi lan ordan, neden hala değişmedi her şey, bu sezon da bir garip haaa' demiştim. O bölümden sonra bir buçuk ay süren bir ara verildi. Geçen hafta dizi 11. bölümüyle geri döndü, az önce 'I like you so much better when you're naked' isimli 12. bölümü izledim, ve evet mk iki kere izledim, napiym.

Dizi eski eğlenceli diyaloglarından, karakterlerin birbirlerine sataşmalarından ve muhteşem oyunculuğuyla George'undan -R.I.P bambi :(- kısmen yoksun belki ama cilalanmış ve karartılmış, gücüne güç katılmış dramıyla hala tam gaz devam ediyor efem, verilen aradan sonraki bölümlerde feci yamulduğumu ifade etmeliyim. Grey's Anatomy seni çok seviyorum haberin olsun, fanlığımdan bir gıdım kaybetmiş değilim. Hala bölümlerini en az iki kere izliyorum. Ne de olsa benim blogum, yazayım açık açık dedim. İyi de yaptım.

Hala izlemeyen dünyalılara sesleniyorum, Grey's Anatomy hayat kurtarır, haberiniz olsun.

1/15/2010

The Road

‘Post apokaliptik şeyler izleyip keyiften gebericem, Fallout atmosferini hissedip en yakın saksıdan bir tutam toprak alıp yemek isticem, İnsanoğluna lanet edip toprak ana’ya (ki mother nature diyince daha karizmatik oluyo, yapacak bir şey yok) saygı duyup karşısında diz çökücem ve bir filmin sonunda daha 'lütfen artık dünyanın sonu gerçekten gelsin' diye dua edicem’ düşünceleriyle filmin başına oturulur. Dünyaya çok kötü şeyler olmuştur, kıyamet gelmiştir. Film bu görüntüleri göstermek yerine direkt aftermath şeklinde olaya bodoslama girer, seyirci de baş karakter eşliğinde (Viggo Mortensen’in oynamadığı, adeta ‘olduğu’) tüm bu olanları yaşamaya başlar. Artık karşısında manasız bir serüven vardır. Yola çıkmıştır. Doğadan çıkıp sağ kalmak mı, yoksa insandan kurtulup sağ kalmak mı daha zordur sorgulanacaktır (Mesela bu da İngilizce daha karizmatik oluyor mk ya; ‘Which one is more difficult, Surviving nature or men?’). Arada yaşanan flashback’ler –filmin sonuna doğru epey azalıyorlar, her şey daha bir geçmişte kalıyor çünkü sanırsam- ile geçmişteki acı dolu anılara, Charlize Theron’un donuk karakterine, bunalımdaki anneye dönülür. Sonuna kadar sürükleyici şahane bir film izlenir, post apokaliptik geniş açı sahneler görme hevesi kursakta kalır belki biraz ama gerek kullanılan renk tonuyla (baştan sona gri bir gök yüzü düşünün, her yerin, insanların gözlerinin bile kahverengi olduğunu düşünün), gerek mekanlarıyla ve bu mekanların detaylandırılmasıyla, gerek karşılaşılan tipler ve giyim kuşamlarıyla yeterince fallout atmosferi alınıp en yakın saksıdan bir tutam toprak yendiği için mutlu da olunur. Pek yeni bir şeyler söylemese de insanlığa dair bir kaç düşündürücü sahnenin olması bulunur. Klişe sonuçta ama çoğu klişe iyi olduğu için klişedir zaten denir. Yürek burkması gereken yerde burkuyorsa hele, bu filmde olması gerektiği gibi yerli yerinde ve çok başarılı sunulmuşsa tamamdır.

Garip cümle bitirişli yazıya son vereyim ve dünyanın sonuna direkt sesleneyim. Dünyanın sonu, lafım sana, direkt sana sesleniyorum: Gel artık lan! Ben de elime bir alışveriş arabası alıp hayatta kalmak için manasız yerlerde dolaşıp gizli bir depoda ananas konservesi bulup mutlu olmak istiyorum ya. Hayat çok acımasız. Eğer bir uzaylı ya da dünyanın sonunu görmezsem mutsuz ölücem, artık eminim bundan. To Do List’imin en tepesine yeni iki opsiyonel madde koyuyorum: 1-Uzaylı gör. 2-Dünyanın sonunu gör.

Viggo, go brush your teeth!

The Lovely Bones

http://www.imdb.com/title/tt0380510/

Peter Jackson’ın son filmi The Lovely Bones’u izlemiş bulunmaktayım, ülkemizde vizyona girecek mi, ya da ne zaman girecek gibi sorularla daha fazla uğraşamayıp filmi izledim efem. Sonuç: ‘Fena değil’den daha iyi. Aslında epeydir P.Jackson filmi izlemiyorduk, o yüzden baya iyi geldi.

Konusundan bahsedip mahvetmeyelim, zira yeterince tahmin edilebilir bir şekilde ilerleyen bir film. Yine de etrafımda sürekli paçalarımı çekiştiren bir kedi, arada odaya ütülenmiş kıyafetleri bırakmak için giren bir anne ve arada bir çalan telefona rağmen dikkatimi üzerinde tutmayı başardı. Çok iyi çekilmiş sahneler var. Bazı kareler şaka gibi. Bu aralar 'Avatar', 'Mary and Max' gibi filmlerle görselliğe yeterince doymuşken bu da tüm bunların kaymak krema gibi geldi. Öldükten sonra gidilen –ya da gidilemeyen- ‘öbür taraf’ muhteşem bir şekilde tasvir edilmiş. O tarafa geçenlerin hala hayatta olan insanlarla olan bağını da duygusal bir şekilde işlemiş. Bize de tüyler ürpertici sahnelerde tüylerimizin ürpermesine izin vermekten başka bir şey kalmıyor haliyle. Jackson’ın hayal gücü neyseki hala yerinde. Filmde pek görünmeyen Rachel Weisz ve geçen hafta 'Julie and Julia’da izlediğim Stanley Tucci çok iyiler. Comic relief şeklinde filmde yer edinen Susan Sarandon ve başroldeki genç oyuncular da elbette başarılı.

Majestik sahnelerle dolu harika bir film. Kayalara çarpan gemiler ve çimenden yapılmış uçan balon gibi sahneler bile yeterli zaten. ‘‘Fena değil’den daha iyi’ dedim ama aslında ondan daha iyi. 2 saate kesinlikle değer. Zira hayal gücü dediğimiz şeyin kadrini fazlasıyla biliyorum. Neden en boktan M.Night Shyamalan filmlerinin bile fanıyım sanıyorsunuz? :)

1/14/2010

Up in the Air


http://www.imdb.com/title/tt1193138/

Ryan’ın çok zor bir mesleği vardır: Amerika sınırları içinde eyaletten eyalete, şehirden şehire uçarak insanlara kovulduklarını bildirmek. Bu işi yaparken uçmaya, otellerde kalmaya falan iyice alışmıştır. Bu onun için bir hayat tarzı olmuştur, ev olmuştur artık. Nereye ait olduğunu bilememek, ne istediğini bilememek ve hatta kim olduğunu anlayamamak üzerine yapılmış hoş bir film. Güzel esprilerle bezenmiş ilk bir saatlik kısım bittikten sonra boğaz düğümleyen sahnelerin sayısı artıyor. Ryan bir duvardan diğerine çarpılıyor, siz de o sırada hararetle yediğiniz soslu fıstığı bir kenara bırakıyor ve ekrana Ryan’ın saçlarını okşamak isteyen bir anne edasıyla bakakalıyorsunuz. Bu cümle saçma mı geldi? Sizi bir sonraki paragrafa alalım o zaman.

Yakışıklılık derecelerimizin benzemesi dışında George Clooney ile pek benzer yanımız yok aslında. Onun biraz daha zengin ve ukala olmasını, benden daha fazla dergiye kapak olmasını ve şanslı olmasını falan saymıyorum tabi. Neyse, bu filmde Clooney’nin oynadığı Ryan karakteriyle epey bir benzer yanımın olduğunu fark ettim, belki insanlara işlerinden kovulduğunu söylemek gibi garip ve yıpratıcı bir mesleğim yok, yılın sadece 30 gününü ‘ev’ dediğimiz yerde geçirecek kadar şanssız değilim ama bir ortak nokta var, o da şu: bir yere ait hissetmemek.

Filmden kısa bir diyalog;

‘Where are you from?’

‘I’m from here.’

1/08/2010

'Mary and Max' ve Gümüş

http://www.imdb.com/title/tt0978762/

70’li yıllar... yaşlı adamların pantolonlarını neden çok yukarı çektiğini, taksiler geri geri giderse şoförlerin para kazanıp kazanmayacağını merak eden ve arkadaşları tarafından aşağılanan, yemeğine işenen Avustralyalı küçük kız Marry... balıkları garip bir şekilde ölen, garip bir psikologa ve komşuya sahip, insanların yere çöp atmasına takıntılı, anksiyete ataklarına kurban gitmiş New York’lu asosyal bir adam Max...Rastgele başlayan ve yıllar süren bir mektup arkadaşlığı, göz yaşları ve kahkahalar, hayatın inişleri ve çıkışları...Yapılmış en iyi animasyonlardan birisi...Üstüne bir de P.S.Hoffman seslendirmesi...Çikolata fanı iki garip insan ve birbirlerine söyledikleri onca saçma şey, onca mantıksız soru ve onca acı detay, onca komik detay...Nestle sıcak çikolata ve yanında yenen gofretle filmin daha da tatlı olması, bunun konuyla alakası olmaması...Kedimin nihayet ona aldığım yatakta yatmaya başlaması...Mary and Max’in yapılmış en iyi animasyonlardan biri olması...God gave us relatives, thank God we can choose our friends...

Gümüş 'Bailey' Silverstorm