2/25/2010

Duşta Söylenen En iyi Yerli 90'lar Top 20!

İlginç bir şekilde 90’larım gelmiş! Dönem dönem herkese gelir, ama her seferinde üç beş ‘hakkaten ne kadar da güzeldi şu şarkı yav’ muhabbeti yaptıktan sonra geçen meret bu sefer geçmek bilmedi. Yaklaşık iki haftadır ortalıkta Seçil – Uhde söyleyerek dolaşıyorum. Süha allah belanı vermesin, sen bulaştırdın beni buna! Adam şarkıyı gönderdi, dinlerken bir flashback’ler, bir buhranlar, bir çocukken giyilen terlikler falan...of ki ne off...Tabi önceden televizyon karşısında klibe eşlik edilerek söylenen o şarkılar artık bambaşka bir tarzda söyleniyor: Duş. Duş alırken söylemek, hatta kafada o an oluşturulmuş ufak çaplı playlist bitmeden duştan çıkmamak, ‘dur şunun nakaratını bitirene kadar kafamı bi daha şampuanliym’ demek. Falan filan. Çocukken tamamen boş zihinlere sahip olduğumuz için bir şarkıyı ezberlemek iki dakika alıyormuş haliyle. Hala hepsini hatasız söyleyebiliyor olmam da ayrı saçmalık. Listeyi 20 şarkıyla yaptım, bi o kadarını da elemek zorunda kaldım. En alttan başlayıp zirveye doğru tırmanalım bakalım ne varmış ne yokmuş, neler söylüyormuşum duş alırken.
Ps: Ah o fayanslar, sesimin güzel olduğumu sanmama sebep olan fayanslar!
Ps: Boşuna Mustafa Sandal beklemeyin, yok, sevemedim seni Mustafa!
20) Hakan Peker – Köylü Güzeli
giymiş basma morfistanı (morfistan ne demek anne?)
19) Özlem Tekin – Yar Bana Varmadı
kara haber kıyılara varmış eyvaah
18) Yonca Evcimik – Kendine Gel
herkesin bir sabrı var bardağı taşırıyosun
17) Seden Gürel – Bum Bum
kabul ediyorum sadece nakaratı aklımda bunun, ayrıca bu kadın deliydi, garip bi şapkası vardı beyazdı falan
16) Sertab Erener – Sevdam Ağlıyor
drama queen’lik tohumları bünyeye ekilir
15) Ayna – Ölünce Sevemezsem Seni
durun kızmadan önce hemen açıkliym: ilkokul beş, veda partisi, arzu’yla dans etmiştim
14) Taner – Hiç Affetmedim Kendimi
ben hatalarım için, sana yaptıklarım için hiç affetmedim kendimiii inan bana
13) Tarkan – Kır Zincirlerini
tarkan’ın bence en iyi şarkılarından olmakla birlikte içime gizli clubber tohumları ekmiştir
12) Burak Kut – Bebeğim
sen sevdiiiiimdin, bebeeiiiimdin, neden ayrıldııııııık
11) Ferda Anıl Yarkın – Sonuna Kadar
aylar geçse de, yıllar geçse de, bir ömür böyle sürse de
10) Tarkan – Kış Güneşi
daha çocuğum, yamalı sevda ne demek nerden biliym?
9) Fatih Erdemci – Ben Ölmeden Önce
fenomendi bu herif, mükemmel sesi vardı, ve evet bir itiraf; aşıktım
8) Sibel Tüzün – Beni Bağlamaz
ufak hesaplar! kit-tabıma sıımaz! klip tarifsiz, çekilmiş ilk klip sanırım, muhteşem gülüyorum
7) Gülay – Cesaretin Var mı Aşka
bi gün bi çılgınlık edip seni sevdiğimi söylesem, alay edip güler misin demiş..ne kadar pısırkmış lan
6) Seden Gürel – Devlerin Aşkı
yahu ben bu şarkıyı söyleyince gözlerim doluyor?
5) Bendeniz – Ya Sen Ya Hiç
saç kesimine hasta oldumun hatunu, yahey yaaa heyyya! gelmiyor artık bendeniz gibi cool tipler
4) Emel Müftüoğlu – Hovarda
a ciğerim söyle neyleyelim, sevmeyelim de taşa mı dönelim, bu yüreği kime gösterelim, sen arada sırada uğra bana, hovardayım diye kıyma bana aman amaaan!
3) Seyyal Taner – Alladı Pulladı
mükemmel giriş, mükemmel söz kısımları ve nakarat. klip apayrı güzel, mis!
2) Deniz Arcak – Zehir Ettin
böyle gotik & yamyam & elektronik bir giriş, böyle zehir gibi söz kısımları ve aşırı eğlenceli nakarat gelmedi dünyaya. 4 küsür dakikalık şarkının her bir saniyesini ezbere biliyorum, ayıptır.
1) Çelik – Bu Şehirde
çelik’imin en başarılı şarkısı olmakla birlikte duşta söylemesi eşsiz keyif veren bir şarkı. her çelik nefret edicisinin bile saygı duyduğu, mükemmel alt yapılı devasa bir çalışma. 96 yılının benim 10 yaşıma girmem dışında en büyük olayıdır bu şarkı.
Emel Mütfüoğlu – Yeter, Tuğçe San – Güneşten Sıcak, Tempo, Demet Sağıroğlu – Kınalı Bebek Şebnem Ferah ve Sezen Aksu’nun onlarca şarkısı, Ahmet – Ah Canım Vah Canım, Dayanamam, Cemali, Çelik – Hercai gibi efsaneleri sokamadım listeye, çok üzgünüm. Daha bir sürü vardır hatırlanması gereken şarkı ama bunlar en çılgını, delisi, uğruna fedaisi olduklarım sanırım. Metin Arolat ve Mirkelam gibi isimler, sizi de hiç sevemedim be kuzum, haberiniz olsun.

2/22/2010

Seçil - Uhde (1995)

Bu şarkıya zamanında nasıl bağırarak eşlik ederdim, nasıl çığlık ata ata söylerdim yahu...

2/18/2010

Mirror Scare!!

Korku filmlerinin ayna klişesi. Şahane bir toplama video olmuş :)

Lola and Billidikid




Almanya, Berlin. 90'lı yılların başı. Tüm dünyanın, özellikle de Türklerin en kıro giyindiği zamanlar. Gay olmanın her halükarda imkansızlıkları beraberinde getirdiğini biliyoruz. 'Alamancı' damgasını yemiş fakir Türk olmak, üstüne travesti olmak bu imkansızlığa çifte kavrulmuş dışlanma ve yabancılaşma katıyor, bunu da tahmin edebiliyoruz. Lola and Bilidikid isimli 99 yapımı bu film de bu konuya eğilmiş. İyi de yapmış.

Böyle bir film çekmek yürek ister, öncelikle yönetmen Kutluğ Ataman'ı bunun için kutlamak gerek. Sonralıkla filmin artılarından ve eksilerinden bahsetmek gerek. Yer yer rahatsız eden kötü oyunculuklara rağmen her tip özenle seçilmiş, çok belli. Başörtülü anne, çirkin ve yaşlı eşcinsel Alman, sakallı ve hafif tombul Türk ağabey, ergenlikten çıkan ve homoseksüelliğini keşfetmeye başlamış tüysüz genç vs. stereotipik açıdan mükemmel oturtulmuş tipler.

İki yüzlüleşebilen heteroseksüelliği, itilmiş homoseksüelliği, cinsel / ırksal / tensel / her şeysel kimliksizliği ve oturmamış hayat tarzını çok vurucu bir şekilde anlatabilse de bazı sahnelerde sıkıldığımı söyleyebilirim. Kutluğ Ataman'ın filmografisine dair bir fikrim yok, fakat çılgın bir coşkuyla üç beş abartılı diyalog ve başarısız sahne çekmiş gibime geldi. Neredeyse 12 yıllık bir film gerçi, böyle bir eleştiri yersiz de olabilir.

The Adventures of Priscilla, Queen of the Desert

http://www.imdb.com/title/tt0109045/
94 yapımı bir yol filmi/müzikal. İki drag queen ve bir travesti, 'eski bir dost'un hatrına Avustralya çöllerinin çok ötesinde, çok uzak bir yer olan Alice Springs’te dans şovlarını sergilemek için yola koyulurlar. Hem de kocaman bir otobüsle. Kostümler inanılmaz (Oscar ödüllü). Müzikal sevmediğim halde müthiş bir keyifle izledim. Ortada öyle bir alakasızlık, öyle bir tezat var ki; uçsuz bucaksız çöl görüntüleri ve bu çölde fosforlu far ve tüylü kıyafetler iyle dans eden, şarkı söyleyen insanlar... Büyüleyici kareler, yabancı gelen her şeyi hor gören eski zihniyet, köyler, redneck’ler ve hatta aborjinler. Yönetmen Stephan Elliott bu muhteşem üçlünün garip arkadaşlığını anlatırken, bir de bu detaylarla izleyicinin resmen aklını alıyor. Bazı sahneler ise oldukça komik. Özellikle karşılıklı küfürleşmeler! Arada trajikomik durumlarda kahkaha atamayıp, susup kaldığınız da olmuyor değil tabii. Peki bu 'iki drag queen'i ve travestiyi' kim oynuyor? Guy Pierce desem, Star Wars'un Chancellor Valorum'u Terence Stamp desem, o da yetmediyse Matrix’in ve LotR’un güçlü figürü Hugo Weaving desem? Bu üç oyuncuyu afişteki kıyafetlerde düşünün. Kullanılan renklere ve geniş çekim kırmızı Avustralya çölüne hayran kalmamak mümkün değil. Neyse, unutulmaz bir film izlemiş oldum. Bunun için Onur Evcil kişisine teşekkür ediyorum efem.

2/08/2010

2009 Filmleri Top 10

2009 yılında çok fazla film izlemedim, haliyle biraz boktan bir liste oldu. Yine de 2009'a District gibi bir film için teşekkür ediyoruz efem, nankörlük yapmayalım. Listeyi geri sayım şekilde yaptım ki daha heyecanlı olsun. Buyrun efem;


10) The Hangover: Bu yılın en şahane komedisiydi. Zombieland de epey iyidi, ama sanırım bu daha iyiydi. Banyoda kaplan görmek, o kaplanın Mike Tyson’a ait olması gibi detaylar bile yeter bence.
9) The Lovely Bones: Aslında çok iyi eleştiri almadı ama çok duygusal bir filmdi. Güzel verilmiş bir atmosferi ve hakikaten anca rüyalarımızda görebileceğimiz güzellikte sahneleri olan bir filmdi.
8) The Boat that Rocked: Değil rock'n'roll, değil rock'ın herhangi bir türünü, sadece müzik dinlemeyi bile seven herkes bu filme bir göz atmalı’ demişim daha önce. Nokta.
7) A Serious Man: Kara komedi mi denir, taşlama mı denir, şimdi isimlendirmeyle uğraşamam ama çok sıradan ve bilindik bir hikayenin bu kadar güzel çekildiğini göremeyiz heralde. Coen’lerin en büyük marifeti bu bence, en dandik hikayeyi bile iki saat boyunca göz kırpmadan izletmesi.
6) Inglorious Basterds: Tarantino’nun filmlerinin fanı değilim, ama kafayı sıyırmış olmasının fanıyım. Deli. Üzerinden epey geçti, sadece üç beş sahnesi ve Brad Pitt’in leziz oyunculuğu aklımda kalmış sadece. Çok iyi çekilmişti, bir filmin bir karesinde bile sıkılmamak önemli bir detaydır kanımca.
5) Mary and Max: Tamamen farklı ama aslında tamamen aynı iki karakterin komik/saçma/düşündüren/iç burkan diyaloglarla anlatılmış hikayesi. Stop motion animasyonları nasıl yapıyorlar bilmiyorum, bu kadar çirkin modellenmiş karakterleri bu kadar sevimli nasıl gösteriyorlar, onu da bilmiyorum.
4) Avatar: Filmi izler izlemez ‘the best of the year’ yaftasını yapıştırmam bir yana, hala ara ara bu film hakkında arkadaşlarımla konuşuyor olmam çok garip. Tüm zamanların en büyük gişesini elde etmesini ve üzerinde yıllarca çalışılmış olduğu için bunu kısmen de hakediyor olmasını kenara bırakırsak; hayvanlarla bağlantı kurma ve doğanın bir çeşit anakart işlevi görmesi gibi fikirleriyle, yaratılmış mükemmel Pandora evreniyle yılın en önemli filmlerinden birisiydi.
3) The Hurt Locker: ‘War is a drug’ tagline’ı ile başroldeki bomba imha uzmanının karakterini şahane harmanlayan farklı bir savaş filmi. Bu karakterin mesleğine ve savaşa olan bağımlılığını gözler önüne sererken, ölüm tehlikesinin adama verdiği garip haz ve korkuyu da iliklerime kadar hissettirmişti. Filmden sonra yönetmenlik dehası üç beş sahneyi tekrar tekrar izlediğimi söylersem açıklayıcı olur sanırım. Odaklandığı konuları mükemmel anlatan bir film, üçüncülüğü kendisine veriyoruz.
2) The Road: ‘I think it’s October but I’m not sure. I haven’t kept a calendar for years’ kelimeleri dökülüyor ‘adam’ın ağzından, arka planda yıkıntılar, dökülmüş yollar, kül rengini almış hava çayır toprak ve denizler...Piyano ve keman ikilisi bu görüntülere eşlik ederken farkına varıyorum, diyorum ki ‘bu film çok büyük bir film’. Ağza bir parmak bal çalarcasına verilmiş geniş çekim post apokaliptik settingler olsun, mahvolmuş evler ve darmadağın alışveriş merkezleri olsun, başroldeki ikilinin nadir de olsa karşılaştıkları insanlara olan yaklaşımı olsun, tüm bunları izlerken buz gibi hissetmemek elde değil. Rengi ve melankolik havası itibariyle bana yüzyılın en iyi filmi The Fountain’ı hatırlatması da ayrı konu.
1) District 9: Hepimiz Afrika’ya borçluyuz. Bence sadece 2009’un en iyi film değil, aynı zamanda 2000’li yılların en iyi filmlerinden. All Time Favorites listeme de girer sanırım. Yabancılaşma dediğimiz hadiseyi bu kadar güzel anlatması, bir insanın hem soyut hem somut olarak ‘alienation’a maruz kalışını göstermedeki başarısı, sertliğinden taviz vermeden acı gerçekle yüzleştirmesi ve uzaylılara bambaşka bir açıdan yaklaşan bir film olması yeterli sebepler. Müzikler, Wikus rolünde ilk aktörlük deneyimini yaşayan oyuncunun muhteşem performansı ve ‘breaking news’ şeklinde giren haber görüntüleri de bu mükemmel bütünlüğün en dış halkalarını oluşturuyor. Bazı saçma detaylarını görmezden gelerek kendisine yılın en iyi filmi tacını veriyorum.

2/05/2010

The Hurt Locker, A Serious Man, It's Complicated

The Hurt Locker:

http://www.imdb.com/title/tt0887912/

Irak. Amerika Ordusu. Ordudaki görevi oraya buraya bırakılmış şüpheli paketleri, bombaları, canlı bombaları etkisiz hale getirmek olan bir asker. Kathryn Bigalow isimli yönetmeni pek bilmiyorum, sanırım izlediğim tek filmi Point Break (Keanu Reeves ve Patrick Swayze’lı sörflü mörflü aksiyon filmi) ama burda mükemmel ötesi bir iş çıkarmış. Jeremy Renner’ın oynadığı bomba imha uzmanı William James o bombaları etkisiz hale getirirken, inanılmaz yakın çekimler ve gerici sessizlik sağolsun, kulaklığımı çıkarıp odamdan koşarak kaçmak istedim. Irak sokaklarından mükemmel çekimler görmek mümkün. El kameralarıyla yere paralel tutularak çekilmiş açılardan sadece pisliği, tozu toprağı, çöpü değil; tekinsizliği, gerilimi ve manasızlığı da sonuna kadar hissettim. Ölümle burun buruna, yıpranarak, bir saniye içinde nefes alan bir adamın toz bulutu haline geldiğini görerek...Bunu bir çok savaş filminde hissetmek mümkün fakat The Hurt Locker’ı özel kılan şey çıldırmış aksiyon ve çatışma sahneleri değil; sessizliği, sakinliği ve insanı hayata, ölüme, savaşa, barışa her şeye yabancılaştıran atmosferi. Çavuş James’in aldığı kararları ve yaptıklarını gördükçe içiniz parçalanıyor. Boru gibi başlayan film, aynı sertlikle mükemmel bir şekilde noktalanıyor. Soundtrack inanılmaz. Müziğin ve atmosferin etkisiyle filmin ortalarında geçen ‘sakin’ çatışma sahnesi seyirci için tam bir işkenceye dönüşüyor. Tam bir yönetmenlik dehası. Ralph Fiennes, Guy Ritchie ve Evangeline Lilly gibi isimlerin ikişer dakikalık sürpriz oyunculukları da hoş olmuş bu arada. Çöl gibi sessiz, sarı ve insanı susturan, susatan şahane bir film.


A Serious Man

Coen kardeşlerin fanı olmadım hiç, ama yaptıkları filmlerin çoğunu seviyorum sanırım. No Country for Old Men, Barton Fink ve anlam veremediğim bir biçimde Fargo en sevdiğim filmleridir. A Serious Man de bu sevdiğim Coen filmleri listesine girmiş bulunmakta. 60’ların sonlarına doğru, Yahudi Amerikan bir ailenin -daha çok da babanın- hayatından bir kesit anlatılıyor. Baba mutsuz, hahamların ve avukatların önerleri ve yargıları arasında kaybolmuş. Karısı mutsuz ve boşanmayı kafasına koymuş. Çocuklar desen kendilerine apayrı dünyalar yaratmış, birisi bar mitzvah şeysine bikaç gün kala küçük yaşta kafayı bulmaya başlamış, diğeri babasından para çalan küfürbaz bir ergene dönüşmüş falan. Jewish-hater bir komşu da cabası. Varlığına inandığı güçten yardım isteyip asla alamayan, tüm bu olanların neden başına geldiğini anlayamayan ve doğru soruları soramayan, kendisini bataklıktan kurtaracak ilahi ya da dünyevi bir işaret bulabilmek için canını verecek bir adamın acınası hikayesi çok eğlenceli bir şekilde anlatılmış. Ya da tam tersi, çok saçma ve komik bir hikaye çok boğucu ve kahredici biçimde anlatılmış. Hangisi olduğunu hissetmek mümkün değil, hissiyat film boyunca sürekli değişiyor; kahkaha attıktan sonra ‘Neye yarıldım ben böyle şimdi?’ diye soruveriyorsunuz. Filmin dehteşe düşüren ve kelimenin tam anlamıyla ‘korkutan’ açılışı da aslında filmin ve insan hayatının kısa bir özeti sanki. Jefferson Airplane’in ‘Don’t you want somebody to love’ şarkı sözleri ve bu şarkı sözlerinin bir hahamın ağzından duyulması gibi güzel detaylar da var. Neyse, şu söze bir bakalım ve uzaklara bakıp üzerine düşünelim ve dersimizi bir main idea ile sonuçlandırmış olalım: We’re all part of a cosmic joke.


It's Complicated

Meryl Streep. Nokta. Bu kadının bir cümle kurduktan sonra karşısındakine attığı bir saniyelik bakışlara hayranım. Bu filmde middle-age dönemini de geçmiş, uzun süre yalnız kaldıktan sonra hem eski kocası (aslan yelesi saçları ve boğazında tükürük kalmış gibi sesiyle Alec Baldwin) hem de tamamen farklı bir adamla (Steve Martin, ne alakaysa) yakınlaşan bir kadın rolünde. 2 saat olması çok saçma, onun dışında keyifli bir film mi, evet. Güldüğüm de oldu, ‘Steve Martin’in de Alec Baldwin’in de gözleri o kadar küçük ki, neredeyse gözleri yok’ gibi garip tespitler yaptığım da. Sadece Alec Baldwin’i kıskanç bir şekilde pencereden içeriyi gözlemlerken görmek için bile izlenebilir. Onun dışında izleyip saatlerce ilişkiler üzerine konuşmak için ideal.