(for English translation, scroll a bit further down)
Bu filmi
izlemek istediğimden emin değildim fakat hem 50’li yıllarda esen Monroe rüzgarını
veyahut sonraki jenerasyonlara kalan tortularını bile yaşayamamış 25 yaşında
bir genç olduğum için, hem de Whitney Houston’ın ölümü üzerine bugün evde The
Bodyguard’ın sevdiğim sahnelerini izleyip çocukluğuma geri gittiğim sırada “yahu
ben şu My Week with Marilyn’i izliym artık” dediğim için kendimi filme bilet
alırken buldum. İyi ki gitmişim, izlemişim filmi.
Film gerçek
bir hikaye üzerine kurulu (aksini bekleyen yoktu zaten ne saçmalıyosun). Film endüstrisinde iş bulmak isteyen 24 yaşındaki
İngiliz Colin Clark, 'The Prince and The Showgirl' çekimleri için İngiltere’ye giden
Monroe (30 yaşındayken, ölümüne 6 sene kala) ile vakit geçirme ve yakınlaşma
şansı bulur. Film, Clark ve Monroe arasındaki ilişkinin nereye varacağından ziyade (ki nasıl
sonlanacağı gayet açık), kamera önünde replik unuttuğu ve çekimlere saatlerce geç
gittiği halde fanlarının gözünde ışıltısından bir şey kaybetmeyen Monroe ile, kapalı kapılar
ardında milyonların aşık olmadığı sıradan insan düzeyine inmek isteyen,
gözleri yaşlı, makyajı akmış Monroe arasındaki Colin Clark’ın nasıl bir yerde
durduğunu ve Monroe’yu az da olsa nasıl etkilediğini anlatıyor. Veya “Monroe’nun
onun nasıl etkilediğini anlatıyor” da diyebiliriz. (Tabii Monroe bazen her şeyden
uzaklaşmak istese de, çoğu zaman bir göz kırpmayla veya bir gülüşle milyonların
kalbini kolayca çalmanın verdiği büyüye kapılıp tekrar geri dönmek istiyor. Belki
de bu aşırı farkındalık kısmen kafayı yemesine sebep oluyor.)
Monroe’nun yönetmen
ve prodüktörlerin sabrını zorlayan beceriksizlikleri hakkında Colin Clark
şunları yazmış günlüğünde: “Film repliklerini unutmaktan çok, onları hiç ezberlememiş
gibi duruyordu genelde. Replikler Monroe’nun zihnindeki panoya o kadar gevşek bir
şekilde asılmış ki, ufacık bir esintiyle yere düşüyorlardı sanki.” Colin Clark’ın
filmde bahsi geçmeyen eşcinsel deneyimleri de ilginç bir detay, Monroe gibi bir
star ile bu kadar yakınlaştıktan sonra insan cinsel açıdan yolunu şaşırıyor
demek ki :)
Michelle
Williams'a gelince. Kendisi son zamanlarda en çok dikkatimi çeken aktrislerden birisi. Gerçi son yıllarda
oynadığı filmlere bakılırsa dikkatleri çekmemesi imkansız (Blue
Valentine, Shutter Island ve Synecdoche New York aklıma ilk gelenler) ve bu filmle birlikte yanılmıyorsam ikinci kez En
İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar Adayı oluyor. Monroe'yu oynarken fanlarının ağzının suyunu akıtan süperstar anlarında da, odasında yalnız
kalmak istediği kriz anlarında da, Colin Clark ile çayırlarda yürüdüğü anlarda
da mükemmel oynamış. Monroe’yu oynamak
kolay olmasa gerek. Filmde uçaktan indiği ve etrafı gazetecilerle sarıldığı sahnede Williams sanki kendi
kariyerinin geldiğini yeri kutluyormuş gibi bir sahne oluşuyor. “Should I be
her?” diyip Colin’in elinden sıyrılıp etrafını saran fanlarına kısacık bir şov
yaptığı sahnede ise resmen devleşiyor Williams.
"Should I be her?" |
Williams’ın
eşsiz oyunculuğu yanında, Monroe’dan alacağı elektrikle kariyerini tekrar
canlandırmak isteyen Sir Olivier rolünde Kenneth Branagh da çok başarılı. Bu arada;
üzgünüm Kiefer Sutherland ama asla bir Branagh olamazsın! :P
Ve evet,
çocukluğumda Whitney Houston’ın şarkılarını yarım yamalak İngilizcemle deliler
gibi söylerdim. The Bodyguard’ı ilk kez televizyonda izlerken sonuna gelmeden
babam tarafından “geç oldu” diye odama gönderildiğimi, bir sene sonra tekrar
televizyonda denk geldiğimde sonuna kadar heyecanla izlediğimi de hatırlarım. O
yüzden öldüğünü duyunca bir tuhaf oldum ister istemez. She was the queen of the
night.
---English---
At first, I wasn’t really
sure that I wanted to watch this film but the fact is that I, a 25 year-old-young
man, didn’t have the chance to see or feel the electrifying magic of Marilyn
Monroe in ‘50s and while I was watching The Bodyguard in memory of one of my
favorite childhood stars Whitney Houston, it occured to me that I should
continue the tribute (how is this in any way related to whitney? that I don't know) by going to the cinema and watching My Week with Marilyn.
I must say I’m glad I watched it.
The film is
based on a true story. Colin Clark, a movie-mad, leaves his family in the
country of Britain and moves to London in the stubborn hope of finding himself a
good job in the film industry. As the proud gofer, the first major project he’ll be a part of is 'The
Prince and The Showgirl', for which Monroe, at the age of 30, only six years before her
death, flies to London. Clark finds
himself not only in the middle of a very busy industry but also so close to
Monroe herself, kind of managing Monroe, taking care of her stuff, dealing with
her mostly unpredictable mood and her absentees that drive everyone mad. The film’s
focus is not entirely on how their relationship grows (because it’s quite clear
how it’s gonna end) but more on where Clark stands between the Monroe number 1, who is with flawless attraction and beauty
despite her inability to remember her lines and clumsy acting, and the Monroe
number 2, who behind closed doors longs to cast off her superstar make up and descend
to the level of ordinary people that’s not admired by millions. (Of course this
is usually temporary because whenever she recalls how it feels to steal the
hearts of millions with just a smile or a wink, she wants to dive right back
into that light. Maybe it’s this extreme self-awareness that drives her crazy.)
In his diary, Clark writes about why he thinks Monroe keeps forgetting the
lines: “It is more as if she had never quite
learnt them – as if they are pinned to her mental noticeboard so loosely that
the slightest puff of wind will send them floating to the floor.” In his diary,
Clark also writes about his sexual experiences with men, which is not the point
or mentioned in the movie. That brings me to my next point; after a week or two
with Marilyn, your sexual orientation would eventually be disoriented! :)
No wonder
why Michelle Williams has caught my eye recently; she’s been in over-achieving
films like Blue Valentine, Shutter Island and Synecdoche New York. And now she’s
been nominated for an Oscar for the best actress for the second time if I'm not mistaken. She’s so perfect at
reflecting all the different moods of Monroe; the sexy goddess for whom the fans
drool, the depressed superstar during a nervous breakdown and the happy little
child running in the meadow. It was as if Williams was celebrating a milestone
in her career when in the film she gets off the plane and is surrounded by
wildly curious pressmen and photographers. Also in the “Should I be her?” scene
where she lets go off Colin Clark’s hand and entertains a group of fans for a
short time, Williams just grow prodigiously.
Next to
Williams’s unique acting, Kenneth Branagh is also doing a great job as Sir
Olivier, who wants Monroe's glamour
to rub off on him and re-ignite his career in films. That said; I’m really
sorry Kiefer Sutherland, but you can never measure up to Branagh! :)
Sing it, girl |
And yes,
when I was a child, I used to sing Whitney Houston’s songs absentmindedly with
almost no sense of English vocabulary. I also remember when I first saw The
Bodyguard on TV, my father didn’t let me watch the end because it was bedtime
for me. A year later, I saw it again and I could watch the end, too. So when I
heard about the death of the woman whose songs turned my adolescence into a sad
phase of unnecessary drama, I felt a bit weird. She was the queen of the night.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder