http://www.imdb.com/title/tt1242599/ (for English, please scroll a bit further down)
Bu sefer kıyamete doğru sürüklenen şey dünya değil. Bu sefer sürüklenen, bir ilişki ve etrafındaki insanlar. Olurda bir gün
dünyanın sonu gelir, kim avcı kim kurban belli olmaz bir ortam oluşur diye
kendilerine post-apokaliptik bir araba ve flamethrower (alev üfleyen, ateş
saçan, ateş sıçan?) silah yapacak kadar boş vakti olan iki arkadaşın ‘genç
yetişkinlik’ dönemini izliyoruz. Bu gençlerden Woodrow (oynayan Evan Glodell, aynı zamanda filmin hem yazarı, hem de yönetmeni) bir kıza
aşık olur ve olaylar gelişir. Filmin hikaye anlatımı pek hoşuma gitmedi belki
ama kusursuz atmosferi ve görselliğinden ötürü bunu görmezden gelebilirim.
Abartıya kaçmış gibi görünse de film boyunca kullanılmış aşırı parlak ve çok
yoğun kontrastlı kareler, güneşi ve lens flare efektini kendi yüzünüzde
hissettirecek kadar yakın çekimler ve pisleştirilip bozulmuş sarı/turuncumsu
filtre bana yetmedi, bir 100 dakika daha izlerdim heralde. Glodell bas bas bağırıyor; ‘Arkadaşım,
bu benim ilk filmim. Yazdım, yönetiyorum, oynuyorum, kamera kullanma stilim de
bu!’ diyor. Jonathan Keevil’in 10/10’luk şarkıları da soundtrack’i de filmde
olağanüstü bir atmosfer yaratmış. Film bitip de credits akmaya başladığı halde
koltuğa yapışıp kaldığım nadir filmlerdendir.
This time it’s not the world that’s going apocalyptic, it’s
a relationship and the people that are tied to it. Two ‘besties’, at their mid or late 20s, have enough free time to plan and
build a Mad-Maxian car and a flamethrower to be the ruling gang if and
when the apocalypse arrives. One of these young adults, Woodrow (acted by Evan Glodell, who is also the writer and the
director of the film), falls for a girl and then shit happens.
Maybe because Glodell didn’t really give a damn about the story, there are some
points where my mind sent some ‘wtf?’s about what was going on in the film. However, the
film is visually bizarre and AWESOME thanks to the excellent use of overbright and extreme contrast, distorted and dirty yellow/orange-ish lenses, and of course close-ups that put you right in the sunlight and lens flare. I could
go 100 more minutes watching this deliciousness. It was
like Glodell shouting on the stage, saying ‘Guys, this is my debut.
I wrote, directed and acted in it. And this is my style!!’
What makes Bellflower even cooler is the 10/10 songs and
soundtrack by Jonathan Keevil, which adds up to the beautiful atmosphere, the bizarreness and awesomeness
of Bellflower. I don’t usually remain seated after the end credits begin, but
there are a few films that has made me. Bellflower was definitely one of them.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder