Distopik konusu ve en sevdiğim filmlerden biri olan The Pleasantville'in yönetmeni Gary Ross tarafından yönetilmiş olması sebebiyle, bu filmi vizyona girdiği gün izlemeliydim. Öyle de oldu zaten. The Hunger Games'i henüz okumadığım için kitap veya kitabın filme aktarılışı hakkında yorum yapmam imkansız, o yüzden bu yazıda kitabın ismi pek geçmeyecektir diye düşünüyorum.
Orda burda okumuşsunuzdur muhtemelen ama ben yine de biraz konusundan bahsedeyim: Karanlık bir gelecek tablosu içinde ismi Panem diye değiştirilmiş Kuzey Amerika'dayız. Renkli ve cıvıl cıvıl metropol hayatından, teknolojik nimetlerden çok uzaklarda, taşralardaki 'bölge'lere hapsedilmiş, sosyo-ekonomik açıdan imkansızlıklardan kırılan hayatlar söz konusu. Her yıl geleneksel 'Açlık Oyunları' düzenleniyor. Bu oyuna her bölgeden (bölge sayısı toplamda oniki) çekilişle ikişer gönüllü seçiliyor. Fiziksel eğitim, tv şovları, lansman vs derken seçilen 24 ergen, oyunun oynanacağı arenaya gönderiliyor.Oyunu kazanmak için yapılması gerekenler ise oldukça basit: Gönderildikleri arenada doğaya, açlığa, diğer türlü zorluklara ve birbirlerine karşı savaşıp hayatta kalan son kişi olmak. Bu oyun sayesinde 'otorite' hem yıllar önce yaşanmış ayaklanma için bölgeleri cezalandırmış oluyor, hem de sadece bir kişinin hayatta kalmasına izin vererek, bastırılan ayaklanmadan sonra küllerinden doğan devletin yaşadığı sancılı süreci sebep olanlara hatırlatmış oluyor. Oldukça karanlık bir tablo var kısacası. Tel örgülerin ötesine gizli gizli geçip, ceylan vs avlayarak ailesine bakan 12 no'lu bölge vatandaşı Katniss, küçük kız kardeşinin oyuna gönderilmesini engellemek için onun yerine gönüllü oluyor.
İşte böyle bir hikaye söz konusu olunca, baş karakteri oynayacak oyuncunun yüzü çok büyük önem kazanıyor. İzleyen veya hatırlayan var mı bilmiyorum ama Winter's Bone'da başrol ve X-Men First Class'ta Mystique'i oynamış Jennifer Lawrence, bu filmde, kocasını yitirdiği için dünyayla bağlantısı zayıflamış annesine destek olan, küçük kız kardeşine sahip çıkmayan çalışan ve ormanda avladıklarıyla kendisini ve ailesini hayatta tutmaya çalışan Katniss'i oynuyor. Katniss yayını ve okunu her eline aldığında, 'oyun'un geçtiği ormanlık arenada attığı her yalnız ama cesur adımda, Lawrence'ın o yüzüne sempati duymamak, karakterle çok güçlü bir bağ oluşturmamak ve ciddi manada umursamamak daha da imkansızlaşıyor. Bu tarz survival/hayatta kalma hikayelerinde, seyirci ile ana karakter arasında güçlü bir bağ oluşmazsa, koca film çöpe gider. İsterse dünyanın en muhteşem senaryosuna sahip olsun, yine işe yaramaz benim gözümde. Fakat 'Açlık Oyunları' Lawrence'ın yüzü ve oyunculuğu sayesinde bu konuda sıkıntı yaşamıyor. Diğer oyunculardan da bahsetmek gerekirse; Donald Sutherland, Woody Harrelson, Elizabeth Banks, Stanley Tucci ve Lenny Kravitz gibi çok ünlü isimler de küçük rollerde gayet sağlam performans göstermişler. Özellikle topuz yapılmış uzun mavi saçlarıyla, hal ve tavırlarıyla asabınızı kolaylıkla bozacak televizyon sunucusu rolünde Stanley Tucci, kariyerini kolları sıvalı gömlek giyen, pantolon askısı takan patron/borsacı/doktor/husband tiplerle devam ettirmek zorunda olmadığını idrak etmiş, güzel olmuş.
Popüler kitapların popüler filmlere dönüşmesi çoğu zaman sıkıntılı oluyor. Bu yüzden her 'Açlık Oyunları' dendiğinde 'Twilight'ın da ismi geçiyor. Fakat içiniz rahat olabilir, bu film sadece babyface erkek sevdalısı 10 yaşındaki kız çocuklarına hitap eden bir film değil. Total Film'in de belirttiği üzere bu serinin veya filmin 'Twilight' ile uzaktan yakından alakası yok. 'Açlık Oyunları' da içersinde kaçınılmaz olarak 'filizlenen bir aşk hikayesi' barındırıyor belki, fakat bunu anlatırken gerzekleşmemesi, görsel efektlerde ucuza kaçmaması, mekanları ve mükemmel müzikleriyle daha başladığı an seyircisini karanlık distopik atmosferine çekmesi gibi KOCAMAN artılara sahip. Özellikle Katniss'in oyun için gönüllü olmasından, oyun günü arenaya çıktığı ana kadar geçen ilk bir saatlik kısmın muhteşem temposunu da hatırlatayım. Kameranın pahalı Hollywood yapımlarına zıt, umursamaz hareketliliği (Bu metni filmden 2 gün sonra yazıyorum, film günü kitabı da satın almıştım ve 2 gündür okuyorum. Türkçe çevirisinde durum nedir bilinmez ama kitabın yazarı Suzanne Collins, hikayesini 'geniş zaman' ve 'şimdiki zaman' kullanarak anlatmış. Filmdeki hareketli kamera kullanımı şimdi daha bir anlam kazandı benim gözümde) ve sürekli atmosfer pompalayan müziklerle birlikte baş döndürücü bir hal alan tempo, oyunun başladığı sahnede müthiş gerilimli 50 saniyelik bir gerisayım ile doruğa ulaşıyor. Oyunun başladığı anı çekmek de bir yönetmen için çok zor olsa gerek. Birbirine son derece keskin silahlarla saldıran 24 genç düşünün, filmin yaş sınırı itibariyle 'vahşet' ve 'kan' gösterme konusunda çok cömert olamayacağını da göz önüne alın. Yine de Gary Ross insanın kanını donduracak küçük detaylarla o dehşeti seyirciye ulaştırabilmiş, bu sahneyi gayet başarılı biçimde çekebilmiş. Hiç beklemediğim kadar güzel çekilmiş dokunaklı sahneler de yok değil. Halisünasyon ve flashback sahneleri enfes. 'Rou' isimli minik karakterin başına gelenlere ve sonrasında olanlara dikkat, beni gayet açık ve net bir şekilde ağlattı valla ne yalan söylim.
Kısacası her şeyiyle inanılmaz sürükleyici bir film 'The Hunger Games'. Filmin sonu çok aceleye gelmiş, üç beş sahne üst üste atılmışçasına bir telaşla bitiyor film, onun yerine mesela bi 45 dakika daha uzun sürse ve hem metropol bölgeleri, hem de taşralardaki 'bölge' hayatını biraz daha anlatsaydı aldığım keyif çok daha orgazmik boyutlara ulaşabilirdi. Ben bu kadar iyi beklemiyordum bu filmi, yılın erken 'hit'lerinden birisi kesinlikle.
Suzanne Collins'in video röportajı, nelerden esinlendiğini anlatıyor: http://www.scholastic.com/browse/video.jsp?pID=1640183585&bcpid=1640183585&bclid=1745181007&bctid=1840656769
Yönetmen Gary Ross ve Suzanne Collins röportajı: