3/08/2012

2011 - EN İYİ FİLMLER TOP 30



Öncelikle belirteyim; bu bir ‘film analizinde mükemmel olduğum için, hangisinin en başarılı olduğundan da çok iyi anlarım’ listesi değil. Yani bu listede son sırada yer alan film, listenin birincisinden daha kötü bir film olmak zorunda değil. Herkesin ‘ortalama’ bulduğu bir filmi ben baç tacı yapmış da olabilirim. Tamamen subjektif bir liste bu. Aşırı kişisel. Kitlelerin aynı doğrultuda olan yorum ve beğenileri üzerine değil de, benim saplantı ve fetişlerim üzerine kurulmuş bir liste.

Biraz tuhaf da oldu aslında. 2011 listesi olduğu halde, içinde 2010 yılında çıkmış ama Türkiye’de 2011 yılında gösterilmiş filmler de var. Bunlar arasında Incendies, In a Better World ve Biutiful da var. Black Swan direkt zirveye oynar diye onu koymadım mesela listeye. Bilemedim yani, garip. Böyle tuhaf işte. The Iron Lady’yi izlemedim. Tinker Tailor Soldier Spy’ı –itiraf ediyorum- 25 dakika sonra bıraktım, devamını da getiremedim. Sevdiğiniz filmler üst sıralarda yer alamamışsa veya listede yoksa lütfen kafama falan vurmayın. Yazım yanlışları falan varsa kusura bakmayın, tekrar bi kontrol etme şansım olmadı. 


30) The Next Three Days: Ne? Russell Crowe'lu aksiyon filmi mi? Dalga geçiyor olmalıyım! Oysa gayet ciddiyim. Orjinalini izlemedim ama bu süper bir Hollywood remake'idir bu benim gözümde.  Adamın eşi cinayetle suçlanıp hapse atılır. Suçlu olduğuna inanmadığı için, kadını hapisten kurtarmaya kararlıdır. Diken üstü kaçış tasarım sahneleri, tempolu kovalamaca sahneleri ve dokunaklı anlar vs derken gayet sürükleyici ve tırnak yedirtici bir Paul Haggins (Crash, 2004) filmiydi. Ayrıca: Düzgün soundtrack, sen nelere kadirsin. 


29) The Ides of March: Ryan Gosling, her yerdesin! Şikayet etmiyorum, sadece belirteyim dedim :) Başta temposuyla beni soru işaretlerine boğan, buna rağmen gayet de sonuna kadar izlediğim bir filmdi. Politik gerilim değil, hafif bir dramdı bu. Seçim hadisesine, demokratlara ve cumhriyetçilere eleştirel bir bakış atan tanıdık bir hikayesi vardı ama yine de izletmişti kendini. Bayadır P.S.Hoffman'a hasrettim bu arada, bu filmde ve Moneyball'da resmen sneak peek şeklinde tadı damağımda kaldı, hala hasretim. 

28) Beginners: Filmekimi dahilinde izledikten sonra 'vay be, yeni yetme festival izleyicisiyim ama iyi film seçiyorum' dedirtmişti bana. Orta yaştasınız, başınızda sanki yeterince dert yokmuş gibi babanız size önce ölümcül bir hastalığı olduğunu, ardından da eşcinsel olduğunu açıklıyor! O baba rolünde en iyi yardımcı erkek dalında Oscar alan Christopher Plummer, onun sevgilisi rolündeki ER'dan tanıdığımız Goran Visnjic ve başrolde Ewan McGregor oyunculuklarıyla bu şirin komedramayı bir üst seviyeye çekiyordu. Sahibine altyazılarla yanıt veren köpek de en az The Artist'de oynayan köpek kadar başarılı ve tatlıydı :)

27) Warrior: Gay. Şaka şaka. 'Tom Hardy’nin ekstra şişmiş boyun kaslarından başka bir şey yok, dövüş sporları fanları abartıyor herhal' diye oturmuştum Warrior’ın başına.  Cümleden anlaşıldığı gibi sinemada izlememişim bunu, evet. Havada uçuşan yumruklar, tekmeler, arkadan ringdeki dövüşçüsünü ateşleyen antrenör ve gözü dönmüş seyirciler vs herkese göre değil elbette. Fakat Warrior’ın neden izlenmesi gereken bir film olduğunu  iki kardeşin ringde karşı karşıya geldiği final sahnesinde anlıyorsunuz. Kesinlikle izlemeye değer bir film.

26) Contagion: İnsanlar sanki bunu pek beğenmedi? Bana da öyle geliyor olabilir gerçi. Bir salgının yayılışını alışık olduğumuz yöntemle (28 days later ve weeks later izlemek ister gönül, siz ne çılgın filmlerdiniz arkadaş) anlatarak değil, daha çok insanların eline, yüzüne, söylediklerine yapışan korkuya ve paranoyaya odaklanarak anlatarak dikkatleri çekiyordu. Benim dikkatimi çekmişti en azından. Konu salgınsa, Matt Damon'a rağmen 2-0 önde başlıyor bende filmler, napiym.


25) 50/50: Bu filmi kafamda sürekli şu lafı çevirerek izlemiştim: People are better than no people. Türkçesi 'Birilerinin olması, hiç kimsenin olmamasından daha iyidir' gibi bir şey. İnsan en istemediği anında bile yanında sürekli birilerini ister mi acaba? Bu soruyu sorup duruyordum film boyunca. İsminden de anlaşılacağı üzere filmin sanki yarısı dram, yarısı da Seth Rogen odaklı komedi gibi dursa da, aslında bir kişinin omuzlarına  binen yükün başkasıyla fifty fifty paylaşılması ihtiyacını izliyorduk. Sonlara doğru artık kendi en yakın arkadaşımı ameliyata gönderiyormuşçasına karakterini umursatan, yer yer ağlatan bir filmdi.

24) The Descendants: About Schmidt'e bayılırım. O yüzdendir ki Yönetmen Alexander Payne'i severim. E şimdi Payne diyosun, Sideways'ten bahsetmen gerekmez mi? Gerekir. Fakat Paul Giamatti dabbetül arzından ötürü henüz o filme elimi bile sürebilmiş değilim. The Descendants ise biraz Hawaii, biraz gömlekli / şortlu Clooney (her zaman demişimdir, ben daha yakışıklıyım hehe), biraz iyi hissetmek, biraz buruk hissetmek şeklinde özetlenebilir. Abartıya kaçmadan, derdini çok net anlatan ve serin bir rüzgar gibi değip giden bir film The Descendants. 

23) My Week With Marilyn: Bu sene Hugo ve The Artist ile birlikte bana içimdeki sinema aşkını, beyaz perde tutkusunu hatırlatan filmdi bu. Çok romantik bir laf oldu bu ama hakkaten öyle. Neyse. Marilyn Monroe’nun en mükemmel anları da, en dibe vurmuş anları da bu filmde. Monroe’nun kamera önünde ışıldayan popüler ikonu, kapalı kapılar arkasında insancıl sıradanlığa indirmeye çalıştığı halleri, Michelle Williams'ın mükemmel oyunculuğuyla ölümsüzleşiyor. Keira Knightley A Dangerous Method'da Sabina karakterini ne kadar kötü oynamışsa, Michelle Hanım da Monroe'yu o kadar iyi oynamış. Neden böyle alakasız bir karşılaştırma yapma gereği duydum bilmiyorum. Sanırım A Dangerous Method'ın ismi bir şekilde bu listede bulunmalıydı :)


22) Melancholia: Yalan yok, ben bu adamın filmlerini bildiğin anlamıyorum! Parmaklarına 'fuck' diye dövme yaptıran bir adamın filmlerinin de çok ciddiye alınmaması gerektiğini düşünüyorum, onu da söylim :P (Antichrist benim gözümde hala 10 üzerinden 0'dır mesela). Neyse, geyiği bırakalım. Devasa ön yargıma, bana göre skandal casting'e (Udo Kier, True Blood’ın seks -bakınız seksi değil, seks- erkeği ve Kiefer  Sutherland!) ve ilk yarıda kendini çok ciddiye alan şımarık yönetmenliğe rağmen ilk kez bir Trier filmini sevdim. Belki de o yüzden aldım listeye.   Afişi, bazı karelerin hakkaten mükemmel oluşu, ve 'melankolia gezegeni'nin dünyaya çarpması muhabbetini  (tekrar ediyorum, adamın satır araları benim umrumda değil) cidden beğendim. 

21) Moneyball: Brad Pitt'li filmler bana hep zor geliyor. Adamın oyunculuğundan ziyade 'celebrity' kişiliğine odaklanıp sürekli dikkatimi dağıtıyorum. Bu filmde bunu yaşamadım diyebilirim. Pitt, para sıkıntısı çeken beyzbol takımı Oakland Atlethics'e radikal değişiklikler getirmeye çalışan general manager Billy Beane'i mükemmel afra tafralarla, yüzünden okunan hırsıyla canlandırıp, benim karaktere odaklanmamı  kolaylaştırıyordu. Jonah Hill adisinin de yan rolde sessiz sakin 'döktürdüğünü' söylemek mümkün. Alışık olduğumuz o 'önce sıkıntılı dönem, zorluklar, ardından gelen zafer ve ver elini mutlu son' çizgisini takip eden spor filmlerinden oldukça farklı, çok gerçek bir filmdi diye aklmda kalmış Moneyball.

20) Rise of the Planet of the Apes: Orijinal Apes serisinin fanı değilim, Mark Whalberg'li 2001 yapımı ile de işim olmaz. Fakat bu film ile seriye olan sevgim 'oluştu' denebilir. Ayrıca San Francisco’da geçen filmleri sevemiyemiyorum (can’t NOT like durumları falan yani), öncelikle şunu bir kabulleneyim. Andy Sarkis'in Yüzüklerin Efendisi'ndeki Gollum performansından sonra burdaki Caesar performansı da  şapka çıkartılacak cinstendi. Caesar'ın insan eziyetine daha fazla dayanamayıp oluşturduğu ayaklanma, Golden Gate Köprüsü'ndeki aksiyon sahneleri ve her şeyden önemlisi Caesar'ın konuştuğu, 'Hayır!' dediği o anı hatırlatmakta fayda var. 

19) X-Men First Class: Bu seriye bayılıyorum. Yerden yere vurulan The Last Stand'i bile çok seviyorum. Hala arada bazı sahneleri açıp açıp izlerim. Origins: Wolverine'i ben de beğenmemiştim herkes gibi, fakat bu, seriye olan sempatimin zedelenmiş olduğu anlamına gelmez. First Class ise dozunda seçilmiş mutantları, 2.dünya savaşı ajan filmlerini anımsatan mükemmel aksiyonu / atmosferi ve Erik Lehnsehrr'in (Magneto) çocukluk sahneleriyle gayet etkileyiciydi. Hugh Jackman cameo'suna da ayrı bayılırım.

18) Paul: Simon Pegg’in yazdığı ve Nick Frost manyağıyla birlikte oynadığı en güzel film bu mu acaba? Değil tabii, abartma hemen. Belki bu filmde mükemmel cameo'lar, aklını yemiş espriler var ama Shaun of the Dead apayrı bir filmdi, şimdi onu bir kabul edelim :) Ama abi konuya gel yahu: İki çizgi roman 'nerd’ü Amerika’da Paul isimli bir uzaylıyla karşılaşır! Hem de uzaylı muhabbetinin dibine varmışlarken! Hem de Area 51'de! Öğrencilerine varsayımsal 'if'li cümleleri öğretirken ilk sorduğu sorulardan birisi 'what would you do if you met an alien from outer space?' (eğer bir uzaylı ile karşılaşsan, ne yaparsın?) olan bir İngilizce öğretmeni olarak, en sevdiğim ikililerden biri olan Pegg & Frost'un bu çalışmasını pohpohlamama izin verin lütfen!

17) Scream 4: Çığlık serisi de gözü kapalı hayranı olduğum serilerden. Triloji bittikten sonra devam etmeye çalışan seriler genelde iyi olmuyor, bu ise kendi çapında harikaydı. İlk üç filmi DVD’de izleyebilmiş birisi olarak bunda yaşadığım beyaz perde keyfinin de etkisi var elbette. Trilojinin artık kültleşmiş tüm karakterleriyle tekrar karşılaşmak, eski     dostlarla buluşmak gibiydi. Askerdeyken bir hastane vizitesinden sonra boktan bir Ankara AVM’sinde hayatında hiç yabancı filme gitmemiş bir asker arkadaşımla izlemiştim, herifi zorla götürmüştüm. Onun anısı da bu filme ekstra değer katmıyor değil :)

16) Life in a Day: 24 Temmuz 2010 günü hayat nasıldı? Bu filmdeki gibiydi. Filmekimi takvimine göz gezdirirken bunu görünce, dedim 'buna gidilmeli'. İyki de gitmişim. Enfes bir yapımdı bu, dünyanın onlarca farklı yerinden, onlarca farklı insana ait kısacık kesitlerden oluşan bir hayat kolajı. Sinemada 'ailecek oturmuşuz, geçen tatilde   çektiğimiz videoları tvde izliyoruz' havası yaratmasıyla, dünyanın en uç köşelerinden, en farklı ama tamamen tanıdık  hayatlara göz atmamıza izin vermesiyle beni inanılmaz sarmıştı. 250 farklı hissi çok hızlı ve karman çorman yaşamak için de idealdi. Bu yüzden bıraktığı tadı anlatmak zor olabilir.

15) Drive: Ryan Gosling ve Carey Mulligan’ın çekimlerden önce hap almış olduklarını düşündürtecek kadar abartı boyutta duru oynadığı, az konuşmalı, bol mimikli, bünyesinde tüm suç film ve oyunlarının mekan, karakter, diyalog vs klişelerini barındıran, enfes atmosferli, buz gibi bir film. Instagram'sal pembe/sarı kareleriyle aslında yeterince sıcak bir filmdi belki Drive. Yine de oyunculuklar ve anlatımından ötürü kesinlikle 'buz gibi' daha doğru. Müzikleri bu kadar başarılı olmasaydı şu yarattığı etkinin yarısını yaratabilir miydi, sanmıyorum. Soundtrack o kadar güçlü ki, koyduğum fotoğraf da soundtrack'in kapağı. O derece.

14) In a Better World: Evet, listede aslında bu sezondan olmayan filmler görmek tuhaf. 2010'a dair bir liste yapamamıştım (çok fazla izlemediğim bir dönemdi bu bir, askerdeydim bu iki, blogumla küsmüştüm bu da üç haha) o yüzden direkt zirveye oynayıp her şeyi alt üst edecek Black Swan hariç birkaç tane 'bunlar olmalı' dediğim filmi listeye koydum, hoş görünüz. Film boyunca kendi insanlığımdan utanıp, oto tamircisiyle yaşanan tokat olayında ve Sudan'da geçen sahnelerde Anton'un mavi gözlerine bakarak onu anlamaya çalışırken insanoğlunun neden var olduğunu sorgulamaya kadar gitmiştim.  In a Better World, en iyi yabancı film dalında bir önceki sene hem Oscar hem Golden Globe almıştı. 

13) We Need to Talk About Kevin:  Henüz anne olduğu gerçeği ile barışamamış bir kadının asla iyi bir diyalog kuramadığı oğlu en sonunda akıl almaz (akıl almaz biraz hafif kaldı, 'yürek kaldırmayacak' diyelim) bir şey yapar.  Hafızadan silinemeyecek kadar büyük travmatik parçalar hayatımızın en  küçük detaylarıyla tetikleniyor ve karşımıza çıkıp o anda yaşanan realiteyi alt üst ediyor ya, hah, bu da öyle bir film işte.  Düz gitme endişesi olmayan anlatımıyla izleyicide travmayı şiddetlendiren, mükemmel görselleri olan bir film. Bir annenin klasik “dünyaya bir canavar mı getirdim?” sorusunu, ve sorudaki ‘canavar’ı izleyip tartışın.

12) Bridesmaids: Aylarca afişe kanarak “2 saat süren, Bridget Jones tarzında bir komediye katlanabilir miyim?” diyip ayak sürümüş ve filmi izlememiştim. Ama bu tam bir kahkaha tufanı! Bu yıl en çok buna ve Paul’a güldüm. (Tabii sadece film kategorisinde en çok bunlara güldüm, söz konusu diziler de olacaksa bir numaram tartışmasız Community'dir) Zaten kaç filmde bir kadını gelinlik içinde afedersiniz altına yaparken izleyebiliyoruz ki? 'Güzel kadın', 'iyi kadın', 'yakın arkadaş', 'kıskanılan arkadaş' stereotiplerini alıp evire çevire alt üst eden çok şirin karakterleri de cabası. 



11) The Help: 2 saati aşkın süresi boyunca African-American bakıcı/hizmetçilerin, annelik konusunda genelde beceriksiz olan beyaz kadınların otoritesi altına yaşadıklarını, onların bakış açısından anlatıyor ve 60'ların Amerika suburb'lerine kısmen de olsa ışık tutuyordu. Sürükleyici atmosferini kısmen 'dış ses'e borçlu olan filmlerden bu da. En iyi kadın oyuncu dalında Oscar adayı Viola Davis ve en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar'ını kazanan Octavia Spencer başta olmak üzere filmdeki tüm aktrisler göz yaşartıcı bir güzellikte oynamışlar bu arada.
10) The Skin I Live In: Almodovar’ın en 'çizgi dışı' filmlerinden birisi dersem çok mu iddialı olur bilemiyorum. Sınırları zorlayıp bunu bilim kurgu kıyılarında dolaşan bir film statüsüne bile koyabilirim. Almodovar, cinsiyet konusuna olan takıntısını, filmde Banderas'ın oynadığı karakter aracılığıyla akıl almaz bir boyuta taşıyor. Bir kelime de olsa konusundan bahsetmek istemiyorum. Cinsiyet ile ilgili izlenebilecek en sıra dışı, en hayranlık uyandırıcı hikayelerden birisini mükemmel kareler eşliğinde izlemek istiyorsanız bunu kesinlikle izlemelisiniz.


   9)Biutiful: Inarritu filmlerini hep beğenmişimdir. Hatta çoğunu gereğinden fazla puanlandırmış olabilirim (overrate’in türkçesi ne abi?) emin değilim. Inarritu filmleri arasından en “yerinde” casting bu filmde sanki. Oyunculuk ve mekanlardan hayvan gibi güç alan, önceki filmlerine kıyasla daha az acitasyon yaptığı halde çabucak sarıp sarmalayan sade dramasıyla, hafiften doğa üstü olaylara da dokunmasıyla beni mest etmişti. Mest kısmı yalan, "Mahv" daha doğru, mahvetmişti.

   8)The Tree of Life: Çok uzun süren filmlerle aram iyi değildir normalde. Bunu iki kere izledim ama. Melancholia’da Trier’in sadece filmin ilk bölümlerinde kullanıp bıraktığı “ağır çekim gövde gösterisi” bu filmde çok daha fazla  yer kapladığı için ve haliyle bazı yerlerde rastgele dizilmiş belgesel görüntüleri gibi durduğu için tartışmalara falan yol açtı. Diğer taraftan bana inanılmaz çarpıcı geldi. Bazı insanlara ‘görsel ishal’ gibi gelse de bu tarz şovlar benim için eskimedi henüz. Daha önce film için şuna benzer bir şey demiştim: ‘Hayatında en az bir kez, veya şimdi hala baba figürü ile çatışmış veya çatışan herkesin en azından bir kez şans vermesi gerektiğini düşündüğüm bir film’. Yönetmen Terry Mallick bile neyi nasıl çektiğini açıklayamasa da, bence mükemmeldi The Tree of Life.

      7) Hugo: “Films had the power to capture dreams" diyor. Filmler senin rüyalarını ele geçirir, o kadar güçlüdür diyor. Uzun süredir beni küçüklüğüme götürüp, hala etkilenebildiğim  o kitapların ve filmlerin var olduğu dönemde yaşama isteği aşılayan bir film olmamıştı. Buna  yakın bir hissi en son Lovely Bones, Pan's Labyrinth, The Fall veya Shyamalan'ın ksmen underrated, kısmen manasızlaşan Lady in the Water'ında hissetmiş olmam lazım. Küçükken dinlediğim hikayeler, onlar hakkında günlerce kurduğum hayaller vs...Hugo beni tekrar o döneme götürdü işte. Görselleri (tren sahnesi ve sonra Hugo’nun rüyasında gördüğü tren sahnesi mesela) ve naif anlatımı enfesti. Sinemaya ve edebiyata saygı duruşunun yanında; çocuk aklını, çocuk hayal gücünü ve merakını da yücelttiği için dev sempatimi kazandı. İnsanın değil kütüphanede sıcak çikolata eşliğinde kitap okuyası, direkt kütüphane olası geliyor bu filmden sonra.

     6) The Artist: Buna giderken çok önyargılıydım. “Ne! Siyah beyaz mı, diyalog da mı yokmuş? Hahaha çok dandik!” diye Demet Akalınsal bir tepki bile vermiştim fakat film benim gibi yüksek gürültü ve aksiyon düzeyi olan filmlerle büyümüş şımarık jenerasyondan birisine bile efendi efendi, hiç sıkılmadan kendisini izletmeyi bildi. Dans sahnelerini, yıllar öncesinde kalmış abartılı tiyatro sahnesi oyunculuğunu ve ‘ses’ ile ilgili bir iki sürprizini unutabilmek mümkün değil. Sinemanın ve oyunculuğun dönüm noktalarından birisinden bahsediyor oluşunu da hatırlatalım. Bu yıl Hugo ile birlikte içimdeki sinema ateşini tekrardan gözüme sokan bir filmdi The Artist. En iyi film ve en iyi yönetmen oscarlarını almasını istediğim film de buydu aslında, iyki de almış.

      5) Perfect Sense: Medeniyetin kendi elleriyle veya dış etkenler yüzünden sonunu getirdiği hikayelere zaafım var. Bu filmin bu kadar yükseklerde yer almasını mazur görün o yüzden. Bir salgın yüzünden insanlar duyularını sırayla kaybeder. Dünyanın –veya yaşadığımız kadarıyla medeniyetin- sona erişini farklı bir açıdan ele alan, başka birçok  farklı şekilde yorumlayabileceğiniz, yaylı çalgılar ve piyano eşliğinde beni açık ve net ağlatmış bir filmdir kendisi. Çok iyi temposu sayesinde 83 dakikayı su gibi içen, dış ses ile iyice kuvvetlendirilmiş  never let me go'sal atmosferiyle beni benden alan bir bi-ku/dramdı. M. Night Shyamalan bunu izleyip, film çekerken nerelerde hata yaptığını anlayıp, kendine çekidüzen vermeli. O derece yani.

      4) Take Shelter: Yarı melankolik, yarı kafayı sıyırmış bir Amerikan bağımsızı. Film önerilerini sevgiyle kucakladığım cici arkadaşım MegaVolkan sayesinde indirip izlemiştim filmi. Yetmeyince, !f Istanbul'da  izledim. Nisan'da da normal vizyonda tekrar gösterimde olacak sanırım,. Yine gider miyim, bilemiyorum. Satır aralarındaki  istediğiniz yöne çekebileceğiniz eleştrileri bir yana, peygamber ile şizofren arasında gidip gelen bir baba ile aslında bakılması devasa sabır, özen ve sevgi gerektiren bir çocuğun olduğu ailede diyalog sorununu izletmişti bana. Bunu izletirken dalgalanıp da durulamayan 'dünyanın sonu' fetişimi de beslemiş ve haliyle beni mest etmişti. Anne baba rolündeki Jessica Chastain (bu 30'luk listede üç filmi var: Take Shelter, The Tree of Life, The Help) ve özellikle Michael Shannon'ı  bi izlemek lazım.


    3) Incendies: Kanada’lı genç ikizler, anneleri öldükten sonra vasiyeti üzerine ortadoğuya, annelerinin doğduğu yere –filmde belirtilmemekle birlikte Lübnan-  giderler. Vasiyetnamede babalarını ve ağabeylerini bulmalarını istenmektedir. Sadece flashback’li ve dağınık örgülü anlatımıyla değil, 70-80’lerde ülkenin içinde bulunduğu iç savaşın kafayı sıyırmış vahşetini duru bir şekilde anlatımıyla, Nawel Marwan’ın hayat dolu ama gittikçe zayıflayan duruşuyla sarsmıştı Incendies. Modern Kanada’da yaşayan iki genç, ortadoğuya varıp sonuca yaklaştıkça artan kalp çarpıntısı, filmin sonundaki bağışlama mesajıyla yerini gözyaşlarına bırakıyordu. Bu paragrafı yazarken otobüsün yakıldığı sahneyi tekrar izledim. Savaş filmleri sahneleri arasında en çarpıcı olanlarından birisi kesinlikle.

     2) A Separation: İran yapımı bir dramdı bu. En iyi yabancı film dalında Oscar'ı aldı götürdü, çok da iyi oldu. Anlaşmazlıkların, karşı fikirlerin, yanlış anlamaların, doğru ve yalanların insanları nasıl bir çıkmaza gömdüğünü kusursuz bir senaryo ve şahane oyunculukla anlatıyordu. Arka planda ise yer ve konu ne olursa olsun, doğu medeniyetlerinde pazarlığın ne kadar yaygın olduğuna, sınıf ve jenerasyon farklarının ülke, rejim, inanç vs gözetmeksizin yaşanabildiğine, İran’ın capcanlı ve leş trafiğine ve belki de sıfır müzikle de insanın böğrüne taş oturtacak kadar etkileyici bir film yapılabileceğine şahit oluyorduk. Çocuk oyuncuların başarısına da ayrıca dikkat çekelim. Minik kızın, oksiyen tüpüyle oynarken yaşlı adamı uyandırıp korkması, o incecik sesi ve Arap aksanıyla 'Selam' demesini unutamıyorum.


   1) Another Earth: İzlediğim günden beri en çok düşündüğüm, karelerini sürekli hatırlamaya çalıştığım ve o koskocaman, içinden gökyüzü taşan sahnelerini gözümün önüne getirebildiğimde hala tüylerimi diken diken eden bir film. Hem gözlerim sulu sulu ekrana bakmaktan kendimi alamadığım için, hem duruluğuyla mest ettiği için ve en çok da bırakın bulunduğu şehri veya ülkeyi, insanda direkt gezegenden çekip gitme arzusunu tetiklediği için, hayatımın son 15 yılını özetlediği için bu filme aşığım sanırım. Kişisel sebepler bir yana, bilim kurguya azıcık ucundan sempati besleyenleri dahi sımsıkı saracak atmosferi, çılgın kamera oyunları ve boğan melankolisiyle herhangi bi türün içine sıkıştırılmayı haketmeyen, türlerin de ötesinde olan filmler (Aronofsky'nin The Fountain'ı mesela) listesine rahatça giriyor Another Earth.

2 yorum:

Kareler Ve Sayfalar dedi ki...

Güzel filmler, güzel liste, ama Paul'ü 18.sıradan ilk 3'e koyarım kafadan =)

Armageddon dedi ki...

aslında ben de koyardım da listenin başındaki filmleri bir sıra bile geri atamamadım :D