3/28/2010

Agora (2009 - bir anti Canavaroluşçuluk filmi)



Amenabar muhteşem bir yönetmen. The Others'ı geçtim, Thesis'ı geçtim, The Sea Inside (2004 - İçimdeki Deniz) isimli filmiyle kalplerin tam üstüne kocaman bir kaya bırakarak benim özellikle kayırdığım yönetmenlerden biri haline almıştı. Rachel Weisz'ımla birlikte çalışması da filmi zaten çok beğeneceğimi garantilemişti fakat bu kadar cesur bir film de beklemiyordum açıkcası.

Bu aralar her önüne gelenin din aracılığıyla prim yaptığı, allah-razı-olsunculuk oynamanın moda olduğu, Grey's Anatomy gibi bilim irfan -ve evet düzüşme- peşinde olan cerrahları anlatan bir dizide dahi dinin ön zaman zaman ön plana çıkabildiği göz önüne alınırsa Amenabar'ı bu cesur hareketinden dolayı ayakta alkışlamak gerekir. M.S 380'lerde Roma İmparatorluğuna bağlı İskenderiye'de geçen film, din kavramının tam karşısında duruyor adeta. Hoşgörü ve pembe ekmekli merhamet yaydığını iddia eden bu büyük dinlerin, ne kadar hoşgörüsüz, ne kadar toleranssız, ne kadar sağduyusuz ve kıskançlıktan gözü dönmüş, cehalete bandırılmış güruhlar için ne kadar ideal bir kamçı olduğunu izliyoruz film boyunca. Hypatia isimli kadın filozofu İskenderiye'nin klasik döneme ait son kitaplığını korumak adına, Dünya'nın, Güneş'in ve yıldızların gizemini çözmek adına ve uygarlığa bir adım daha yakınlaşıp öyle ölebilmek adına verdiği mücadeleyi görünce gözlerinizin hem sinirden, hem dramatik etkinin verdiği güçle dolmasına engel olamıyoruz film boyunca. Etrafınızda Ümit gibi film-atmosferi-mahvedicileri bulunsa dahi filmin yer yer soluksuz bırakan atmosferi sayesinde oluyor tüm bunlar. Evet.

Klasik dönem silinirken, birbirlerine müsamaha göstermeyen paganları, Hristiyanları ve Yahudileri, politik çıkmazları ve sembolik de olsa koca bir 'Canavaroluşçuluk' harekatının nasıl tohumlarının ekildiğine şahit oluyoruz iki saat boyunca. Filmde ilginç teknik detaylar da yok değil; insanlar birbirlerini bir hiç uğruna ezerken kamerayı uzayın derinliklerine, dünyayı çok ufak kılan bir noktaya kadar geri çekmek daha önce pek sık gördüğümüz bir şey değil (akıllara Contact'i getiriyor tabii). Blogumun tagline'ında da dediğim gibi, JUST ZOOM OUT A BIT..İnsanoğlunun ne kadar canavar bir varlık olduğunu görebilmek için, uzaya giden turlar kişi başı 20 euro'ya düşse bile asıl çözülemeyecek sırrın bu canavarlığın sebepleri olduğunu görebilmek için, tabloya biraz dışardan bakmamız yeterli. Hepimiz birer canavarız. Teşekkür ediyoruz Amenabar'a.

3/25/2010

Anadolu'nun Kayıp Şarkıları (Belgesel)



Bir ay kadar önce soundtrack albümünü satın almıştım, vizyondan kalkmadan nihayet bugün izleyebildik. 90 dakikalık bir belgesel söz konusu ve İstanbul'da çekilmiş görüntülerin kolajından oluşan bir sekansla başlıyor. Tüm o kakafoniden, tüm o İstiklal zıkkımından, o metropol çöplüğünden, zirvesi bulutlara gömülmüş koca bir dağın göründüğü kareye, Anadolu'ya, havanın ve oksijenin sesini duyabildiğimiz diyarlara öyle ani bir geçiş yapıyor ki film, dehşete düşmemek elde değil. Belgesel boyunca Anadolu'nun çeşitli yörelerinden, çeşitli kültürlerinden hem yürek burkucu, hem gülümseten enstantenelere şahit oluyoruz. Bu sırada bize sürekli eşlik eden şey ise o yöreden insanların çıplak sesleriyle söyledikleri, kendi enstrümanlarıyla çaldıkları ve daha sonra stüdyoda zenginleştirilmiş müzik oluyor.

Filmden çıkar çıkmaz söylediğim ilk şey şuydu: Şu ülke içersinde ne kadar farklı dans etme, şarkı söyleme, ağıt yakma, yas tutma, sevinme ve müzik yapma şekli var! Aralarından sadece bir sıradağ geçen iki şehrin insanları birbirinden farklı dans ediyor, farklı şeylere üzülüp seviniyor! Bu daha önce bilmediğimiz bir şey miydi? Tabii ki hayır fakat filmin başında da söylendiği üzere 'koca dünya -daha doğrusu koca 'west'- doğuda ne kadar enteresan kültür varsa onlara merak salarken' Anadolu her zaman isimsiz kalmış, geride kalmış. Dünyayı geçtim, Boğaz Köprüsü'nün iki yakasında şehircilik oynayan biz insanların Anadolu'ya ait çoğu şeyden bihaber olması ortadaki acı gerçeği daha da katlanılmaz hale getiriyor. Tunceli'den, Hatay'dan, yeşilini, sisini, Sümela'sını her gördüğümde nefesimi kesen Doğu Karadeniz'den, Kars'tan, Antalya'dan, Burdur'dan her yerden bir tutam görmek, duymak mümkün.

Duyguların iyice yoğunlaştığı finaldeki çalışma da usta ellerden çıkmış belli. Filmi bölümlere ayırır gibi sürekli araya giren teyzenin hikayesini de sonlandırıp tüyler diken diken gözler ıslak ıslak salondan çıkmak üzereyken bu sefer de şahane credits sekansına takılı kaldık. Sekiz yıllık çalışma sonrasında Nezih Ünen ve ekibi muazzam bir iş çıkarmış. Üzerinden tonlarca rengin, ırkın, sesin geçtiği Anadolu'nun acısını, yükünü sekiz yılda bulup, ellerinden geldiğince 90 dakikaya sığdırmaya çalışmışlar. Saygıyla eğiliyorum. Yazı bittiğine göre şimdi Blackberry mi alsam yoksa iPhone mu alsam diye Google'dan araştırabilirim. Yazı bitti ne de olsa.

3/07/2010

Anadolu'nun Kayıp Şarkıları


İçimdeki doğu ateşi hiç sönmüyor sevgili seyirciler. Bir Anadolu aşığı olduğum söylenemez, böyle bağlama ısırıp, gözleme yiyip, ayran içip, dut ağaçlarını ev belleyip yaşamıyorum belki ama Anadolu'dan gelen müzik -çoğunlukla Doğu Anadolu ve Karadeniz bölgesi- istiasnasız gözlerimi kısıp uzaklara bakmama sebebiyet verir. Neyse, kısa kesersek eğer. Anadolu'nun Kayıp Şarkıları'nın Nezih Ünen liderliğinde oluşturulmuş soundtrack'ini aldım geçen. Bir dinliyorum pir sultan abdal yani, o derece. Kürtçe var, Arapça var, Lazca var, Türkçe var. Modernleştirilmiş bir sound var ki bizim gibi shopping center jenerasyonu tipler de dinleyebilsin. İyki yapmışlar. Mükemmel olmuş. Semazen kıyafeti giyip elde vodka redbull dans ederken bulabilirsiniz kendinizi, bu da yetmezmiş gibi yere oturup toprağı yumruklayarak ağıt yakarken Motorola V8'inize gelen 'İspanya biletlerini satın alıyorum' müjdesiyle moonwalk yapmaya kalkışabilirsiniz. Falan filan. Cidden mükemmel olmuş.

PS: Hissettiğim duygularla dalga geçmeye bayılıyorum.

Bu da albümdeki en iyi çalışmalardan biri; Derenin Kenarına Yattım (Rize Yöresi)

2/25/2010

Duşta Söylenen En iyi Yerli 90'lar Top 20!

İlginç bir şekilde 90’larım gelmiş! Dönem dönem herkese gelir, ama her seferinde üç beş ‘hakkaten ne kadar da güzeldi şu şarkı yav’ muhabbeti yaptıktan sonra geçen meret bu sefer geçmek bilmedi. Yaklaşık iki haftadır ortalıkta Seçil – Uhde söyleyerek dolaşıyorum. Süha allah belanı vermesin, sen bulaştırdın beni buna! Adam şarkıyı gönderdi, dinlerken bir flashback’ler, bir buhranlar, bir çocukken giyilen terlikler falan...of ki ne off...Tabi önceden televizyon karşısında klibe eşlik edilerek söylenen o şarkılar artık bambaşka bir tarzda söyleniyor: Duş. Duş alırken söylemek, hatta kafada o an oluşturulmuş ufak çaplı playlist bitmeden duştan çıkmamak, ‘dur şunun nakaratını bitirene kadar kafamı bi daha şampuanliym’ demek. Falan filan. Çocukken tamamen boş zihinlere sahip olduğumuz için bir şarkıyı ezberlemek iki dakika alıyormuş haliyle. Hala hepsini hatasız söyleyebiliyor olmam da ayrı saçmalık. Listeyi 20 şarkıyla yaptım, bi o kadarını da elemek zorunda kaldım. En alttan başlayıp zirveye doğru tırmanalım bakalım ne varmış ne yokmuş, neler söylüyormuşum duş alırken.
Ps: Ah o fayanslar, sesimin güzel olduğumu sanmama sebep olan fayanslar!
Ps: Boşuna Mustafa Sandal beklemeyin, yok, sevemedim seni Mustafa!
20) Hakan Peker – Köylü Güzeli
giymiş basma morfistanı (morfistan ne demek anne?)
19) Özlem Tekin – Yar Bana Varmadı
kara haber kıyılara varmış eyvaah
18) Yonca Evcimik – Kendine Gel
herkesin bir sabrı var bardağı taşırıyosun
17) Seden Gürel – Bum Bum
kabul ediyorum sadece nakaratı aklımda bunun, ayrıca bu kadın deliydi, garip bi şapkası vardı beyazdı falan
16) Sertab Erener – Sevdam Ağlıyor
drama queen’lik tohumları bünyeye ekilir
15) Ayna – Ölünce Sevemezsem Seni
durun kızmadan önce hemen açıkliym: ilkokul beş, veda partisi, arzu’yla dans etmiştim
14) Taner – Hiç Affetmedim Kendimi
ben hatalarım için, sana yaptıklarım için hiç affetmedim kendimiii inan bana
13) Tarkan – Kır Zincirlerini
tarkan’ın bence en iyi şarkılarından olmakla birlikte içime gizli clubber tohumları ekmiştir
12) Burak Kut – Bebeğim
sen sevdiiiiimdin, bebeeiiiimdin, neden ayrıldııııııık
11) Ferda Anıl Yarkın – Sonuna Kadar
aylar geçse de, yıllar geçse de, bir ömür böyle sürse de
10) Tarkan – Kış Güneşi
daha çocuğum, yamalı sevda ne demek nerden biliym?
9) Fatih Erdemci – Ben Ölmeden Önce
fenomendi bu herif, mükemmel sesi vardı, ve evet bir itiraf; aşıktım
8) Sibel Tüzün – Beni Bağlamaz
ufak hesaplar! kit-tabıma sıımaz! klip tarifsiz, çekilmiş ilk klip sanırım, muhteşem gülüyorum
7) Gülay – Cesaretin Var mı Aşka
bi gün bi çılgınlık edip seni sevdiğimi söylesem, alay edip güler misin demiş..ne kadar pısırkmış lan
6) Seden Gürel – Devlerin Aşkı
yahu ben bu şarkıyı söyleyince gözlerim doluyor?
5) Bendeniz – Ya Sen Ya Hiç
saç kesimine hasta oldumun hatunu, yahey yaaa heyyya! gelmiyor artık bendeniz gibi cool tipler
4) Emel Müftüoğlu – Hovarda
a ciğerim söyle neyleyelim, sevmeyelim de taşa mı dönelim, bu yüreği kime gösterelim, sen arada sırada uğra bana, hovardayım diye kıyma bana aman amaaan!
3) Seyyal Taner – Alladı Pulladı
mükemmel giriş, mükemmel söz kısımları ve nakarat. klip apayrı güzel, mis!
2) Deniz Arcak – Zehir Ettin
böyle gotik & yamyam & elektronik bir giriş, böyle zehir gibi söz kısımları ve aşırı eğlenceli nakarat gelmedi dünyaya. 4 küsür dakikalık şarkının her bir saniyesini ezbere biliyorum, ayıptır.
1) Çelik – Bu Şehirde
çelik’imin en başarılı şarkısı olmakla birlikte duşta söylemesi eşsiz keyif veren bir şarkı. her çelik nefret edicisinin bile saygı duyduğu, mükemmel alt yapılı devasa bir çalışma. 96 yılının benim 10 yaşıma girmem dışında en büyük olayıdır bu şarkı.
Emel Mütfüoğlu – Yeter, Tuğçe San – Güneşten Sıcak, Tempo, Demet Sağıroğlu – Kınalı Bebek Şebnem Ferah ve Sezen Aksu’nun onlarca şarkısı, Ahmet – Ah Canım Vah Canım, Dayanamam, Cemali, Çelik – Hercai gibi efsaneleri sokamadım listeye, çok üzgünüm. Daha bir sürü vardır hatırlanması gereken şarkı ama bunlar en çılgını, delisi, uğruna fedaisi olduklarım sanırım. Metin Arolat ve Mirkelam gibi isimler, sizi de hiç sevemedim be kuzum, haberiniz olsun.

2/22/2010

Seçil - Uhde (1995)

Bu şarkıya zamanında nasıl bağırarak eşlik ederdim, nasıl çığlık ata ata söylerdim yahu...

2/18/2010

Mirror Scare!!

Korku filmlerinin ayna klişesi. Şahane bir toplama video olmuş :)

Lola and Billidikid




Almanya, Berlin. 90'lı yılların başı. Tüm dünyanın, özellikle de Türklerin en kıro giyindiği zamanlar. Gay olmanın her halükarda imkansızlıkları beraberinde getirdiğini biliyoruz. 'Alamancı' damgasını yemiş fakir Türk olmak, üstüne travesti olmak bu imkansızlığa çifte kavrulmuş dışlanma ve yabancılaşma katıyor, bunu da tahmin edebiliyoruz. Lola and Bilidikid isimli 99 yapımı bu film de bu konuya eğilmiş. İyi de yapmış.

Böyle bir film çekmek yürek ister, öncelikle yönetmen Kutluğ Ataman'ı bunun için kutlamak gerek. Sonralıkla filmin artılarından ve eksilerinden bahsetmek gerek. Yer yer rahatsız eden kötü oyunculuklara rağmen her tip özenle seçilmiş, çok belli. Başörtülü anne, çirkin ve yaşlı eşcinsel Alman, sakallı ve hafif tombul Türk ağabey, ergenlikten çıkan ve homoseksüelliğini keşfetmeye başlamış tüysüz genç vs. stereotipik açıdan mükemmel oturtulmuş tipler.

İki yüzlüleşebilen heteroseksüelliği, itilmiş homoseksüelliği, cinsel / ırksal / tensel / her şeysel kimliksizliği ve oturmamış hayat tarzını çok vurucu bir şekilde anlatabilse de bazı sahnelerde sıkıldığımı söyleyebilirim. Kutluğ Ataman'ın filmografisine dair bir fikrim yok, fakat çılgın bir coşkuyla üç beş abartılı diyalog ve başarısız sahne çekmiş gibime geldi. Neredeyse 12 yıllık bir film gerçi, böyle bir eleştiri yersiz de olabilir.

The Adventures of Priscilla, Queen of the Desert

http://www.imdb.com/title/tt0109045/
94 yapımı bir yol filmi/müzikal. İki drag queen ve bir travesti, 'eski bir dost'un hatrına Avustralya çöllerinin çok ötesinde, çok uzak bir yer olan Alice Springs’te dans şovlarını sergilemek için yola koyulurlar. Hem de kocaman bir otobüsle. Kostümler inanılmaz (Oscar ödüllü). Müzikal sevmediğim halde müthiş bir keyifle izledim. Ortada öyle bir alakasızlık, öyle bir tezat var ki; uçsuz bucaksız çöl görüntüleri ve bu çölde fosforlu far ve tüylü kıyafetler iyle dans eden, şarkı söyleyen insanlar... Büyüleyici kareler, yabancı gelen her şeyi hor gören eski zihniyet, köyler, redneck’ler ve hatta aborjinler. Yönetmen Stephan Elliott bu muhteşem üçlünün garip arkadaşlığını anlatırken, bir de bu detaylarla izleyicinin resmen aklını alıyor. Bazı sahneler ise oldukça komik. Özellikle karşılıklı küfürleşmeler! Arada trajikomik durumlarda kahkaha atamayıp, susup kaldığınız da olmuyor değil tabii. Peki bu 'iki drag queen'i ve travestiyi' kim oynuyor? Guy Pierce desem, Star Wars'un Chancellor Valorum'u Terence Stamp desem, o da yetmediyse Matrix’in ve LotR’un güçlü figürü Hugo Weaving desem? Bu üç oyuncuyu afişteki kıyafetlerde düşünün. Kullanılan renklere ve geniş çekim kırmızı Avustralya çölüne hayran kalmamak mümkün değil. Neyse, unutulmaz bir film izlemiş oldum. Bunun için Onur Evcil kişisine teşekkür ediyorum efem.

2/08/2010

2009 Filmleri Top 10

2009 yılında çok fazla film izlemedim, haliyle biraz boktan bir liste oldu. Yine de 2009'a District gibi bir film için teşekkür ediyoruz efem, nankörlük yapmayalım. Listeyi geri sayım şekilde yaptım ki daha heyecanlı olsun. Buyrun efem;


10) The Hangover: Bu yılın en şahane komedisiydi. Zombieland de epey iyidi, ama sanırım bu daha iyiydi. Banyoda kaplan görmek, o kaplanın Mike Tyson’a ait olması gibi detaylar bile yeter bence.
9) The Lovely Bones: Aslında çok iyi eleştiri almadı ama çok duygusal bir filmdi. Güzel verilmiş bir atmosferi ve hakikaten anca rüyalarımızda görebileceğimiz güzellikte sahneleri olan bir filmdi.
8) The Boat that Rocked: Değil rock'n'roll, değil rock'ın herhangi bir türünü, sadece müzik dinlemeyi bile seven herkes bu filme bir göz atmalı’ demişim daha önce. Nokta.
7) A Serious Man: Kara komedi mi denir, taşlama mı denir, şimdi isimlendirmeyle uğraşamam ama çok sıradan ve bilindik bir hikayenin bu kadar güzel çekildiğini göremeyiz heralde. Coen’lerin en büyük marifeti bu bence, en dandik hikayeyi bile iki saat boyunca göz kırpmadan izletmesi.
6) Inglorious Basterds: Tarantino’nun filmlerinin fanı değilim, ama kafayı sıyırmış olmasının fanıyım. Deli. Üzerinden epey geçti, sadece üç beş sahnesi ve Brad Pitt’in leziz oyunculuğu aklımda kalmış sadece. Çok iyi çekilmişti, bir filmin bir karesinde bile sıkılmamak önemli bir detaydır kanımca.
5) Mary and Max: Tamamen farklı ama aslında tamamen aynı iki karakterin komik/saçma/düşündüren/iç burkan diyaloglarla anlatılmış hikayesi. Stop motion animasyonları nasıl yapıyorlar bilmiyorum, bu kadar çirkin modellenmiş karakterleri bu kadar sevimli nasıl gösteriyorlar, onu da bilmiyorum.
4) Avatar: Filmi izler izlemez ‘the best of the year’ yaftasını yapıştırmam bir yana, hala ara ara bu film hakkında arkadaşlarımla konuşuyor olmam çok garip. Tüm zamanların en büyük gişesini elde etmesini ve üzerinde yıllarca çalışılmış olduğu için bunu kısmen de hakediyor olmasını kenara bırakırsak; hayvanlarla bağlantı kurma ve doğanın bir çeşit anakart işlevi görmesi gibi fikirleriyle, yaratılmış mükemmel Pandora evreniyle yılın en önemli filmlerinden birisiydi.
3) The Hurt Locker: ‘War is a drug’ tagline’ı ile başroldeki bomba imha uzmanının karakterini şahane harmanlayan farklı bir savaş filmi. Bu karakterin mesleğine ve savaşa olan bağımlılığını gözler önüne sererken, ölüm tehlikesinin adama verdiği garip haz ve korkuyu da iliklerime kadar hissettirmişti. Filmden sonra yönetmenlik dehası üç beş sahneyi tekrar tekrar izlediğimi söylersem açıklayıcı olur sanırım. Odaklandığı konuları mükemmel anlatan bir film, üçüncülüğü kendisine veriyoruz.
2) The Road: ‘I think it’s October but I’m not sure. I haven’t kept a calendar for years’ kelimeleri dökülüyor ‘adam’ın ağzından, arka planda yıkıntılar, dökülmüş yollar, kül rengini almış hava çayır toprak ve denizler...Piyano ve keman ikilisi bu görüntülere eşlik ederken farkına varıyorum, diyorum ki ‘bu film çok büyük bir film’. Ağza bir parmak bal çalarcasına verilmiş geniş çekim post apokaliptik settingler olsun, mahvolmuş evler ve darmadağın alışveriş merkezleri olsun, başroldeki ikilinin nadir de olsa karşılaştıkları insanlara olan yaklaşımı olsun, tüm bunları izlerken buz gibi hissetmemek elde değil. Rengi ve melankolik havası itibariyle bana yüzyılın en iyi filmi The Fountain’ı hatırlatması da ayrı konu.
1) District 9: Hepimiz Afrika’ya borçluyuz. Bence sadece 2009’un en iyi film değil, aynı zamanda 2000’li yılların en iyi filmlerinden. All Time Favorites listeme de girer sanırım. Yabancılaşma dediğimiz hadiseyi bu kadar güzel anlatması, bir insanın hem soyut hem somut olarak ‘alienation’a maruz kalışını göstermedeki başarısı, sertliğinden taviz vermeden acı gerçekle yüzleştirmesi ve uzaylılara bambaşka bir açıdan yaklaşan bir film olması yeterli sebepler. Müzikler, Wikus rolünde ilk aktörlük deneyimini yaşayan oyuncunun muhteşem performansı ve ‘breaking news’ şeklinde giren haber görüntüleri de bu mükemmel bütünlüğün en dış halkalarını oluşturuyor. Bazı saçma detaylarını görmezden gelerek kendisine yılın en iyi filmi tacını veriyorum.

2/05/2010

The Hurt Locker, A Serious Man, It's Complicated

The Hurt Locker:

http://www.imdb.com/title/tt0887912/

Irak. Amerika Ordusu. Ordudaki görevi oraya buraya bırakılmış şüpheli paketleri, bombaları, canlı bombaları etkisiz hale getirmek olan bir asker. Kathryn Bigalow isimli yönetmeni pek bilmiyorum, sanırım izlediğim tek filmi Point Break (Keanu Reeves ve Patrick Swayze’lı sörflü mörflü aksiyon filmi) ama burda mükemmel ötesi bir iş çıkarmış. Jeremy Renner’ın oynadığı bomba imha uzmanı William James o bombaları etkisiz hale getirirken, inanılmaz yakın çekimler ve gerici sessizlik sağolsun, kulaklığımı çıkarıp odamdan koşarak kaçmak istedim. Irak sokaklarından mükemmel çekimler görmek mümkün. El kameralarıyla yere paralel tutularak çekilmiş açılardan sadece pisliği, tozu toprağı, çöpü değil; tekinsizliği, gerilimi ve manasızlığı da sonuna kadar hissettim. Ölümle burun buruna, yıpranarak, bir saniye içinde nefes alan bir adamın toz bulutu haline geldiğini görerek...Bunu bir çok savaş filminde hissetmek mümkün fakat The Hurt Locker’ı özel kılan şey çıldırmış aksiyon ve çatışma sahneleri değil; sessizliği, sakinliği ve insanı hayata, ölüme, savaşa, barışa her şeye yabancılaştıran atmosferi. Çavuş James’in aldığı kararları ve yaptıklarını gördükçe içiniz parçalanıyor. Boru gibi başlayan film, aynı sertlikle mükemmel bir şekilde noktalanıyor. Soundtrack inanılmaz. Müziğin ve atmosferin etkisiyle filmin ortalarında geçen ‘sakin’ çatışma sahnesi seyirci için tam bir işkenceye dönüşüyor. Tam bir yönetmenlik dehası. Ralph Fiennes, Guy Ritchie ve Evangeline Lilly gibi isimlerin ikişer dakikalık sürpriz oyunculukları da hoş olmuş bu arada. Çöl gibi sessiz, sarı ve insanı susturan, susatan şahane bir film.


A Serious Man

Coen kardeşlerin fanı olmadım hiç, ama yaptıkları filmlerin çoğunu seviyorum sanırım. No Country for Old Men, Barton Fink ve anlam veremediğim bir biçimde Fargo en sevdiğim filmleridir. A Serious Man de bu sevdiğim Coen filmleri listesine girmiş bulunmakta. 60’ların sonlarına doğru, Yahudi Amerikan bir ailenin -daha çok da babanın- hayatından bir kesit anlatılıyor. Baba mutsuz, hahamların ve avukatların önerleri ve yargıları arasında kaybolmuş. Karısı mutsuz ve boşanmayı kafasına koymuş. Çocuklar desen kendilerine apayrı dünyalar yaratmış, birisi bar mitzvah şeysine bikaç gün kala küçük yaşta kafayı bulmaya başlamış, diğeri babasından para çalan küfürbaz bir ergene dönüşmüş falan. Jewish-hater bir komşu da cabası. Varlığına inandığı güçten yardım isteyip asla alamayan, tüm bu olanların neden başına geldiğini anlayamayan ve doğru soruları soramayan, kendisini bataklıktan kurtaracak ilahi ya da dünyevi bir işaret bulabilmek için canını verecek bir adamın acınası hikayesi çok eğlenceli bir şekilde anlatılmış. Ya da tam tersi, çok saçma ve komik bir hikaye çok boğucu ve kahredici biçimde anlatılmış. Hangisi olduğunu hissetmek mümkün değil, hissiyat film boyunca sürekli değişiyor; kahkaha attıktan sonra ‘Neye yarıldım ben böyle şimdi?’ diye soruveriyorsunuz. Filmin dehteşe düşüren ve kelimenin tam anlamıyla ‘korkutan’ açılışı da aslında filmin ve insan hayatının kısa bir özeti sanki. Jefferson Airplane’in ‘Don’t you want somebody to love’ şarkı sözleri ve bu şarkı sözlerinin bir hahamın ağzından duyulması gibi güzel detaylar da var. Neyse, şu söze bir bakalım ve uzaklara bakıp üzerine düşünelim ve dersimizi bir main idea ile sonuçlandırmış olalım: We’re all part of a cosmic joke.


It's Complicated

Meryl Streep. Nokta. Bu kadının bir cümle kurduktan sonra karşısındakine attığı bir saniyelik bakışlara hayranım. Bu filmde middle-age dönemini de geçmiş, uzun süre yalnız kaldıktan sonra hem eski kocası (aslan yelesi saçları ve boğazında tükürük kalmış gibi sesiyle Alec Baldwin) hem de tamamen farklı bir adamla (Steve Martin, ne alakaysa) yakınlaşan bir kadın rolünde. 2 saat olması çok saçma, onun dışında keyifli bir film mi, evet. Güldüğüm de oldu, ‘Steve Martin’in de Alec Baldwin’in de gözleri o kadar küçük ki, neredeyse gözleri yok’ gibi garip tespitler yaptığım da. Sadece Alec Baldwin’i kıskanç bir şekilde pencereden içeriyi gözlemlerken görmek için bile izlenebilir. Onun dışında izleyip saatlerce ilişkiler üzerine konuşmak için ideal.


1/29/2010

This is England, Tokyo Sonata

This is England: 1980’ler, Skinhead’lerle çok küçük yaşta tanışan Shaun’un ve aslında İngiltere’nin kısa bir hikayesi. Atılan milliyetçi nutuklar, yıkanan ve yıkanmayan beyinler, ‘ülkeyi işgal etmiş Paki’ler’, öfke nöbetleri ve denize fırlatılan bayraklar...Ağlamaktan ağzım kırıldı, mükemmel bir film çekmiş S.Meadows. Bu kadar geç izlediğim için de utandım kendimden, gelinlik giymeden, bebeğimden önce...

http://www.imdb.com/title/tt0938341/

Tokyo Sonata: Tokyo’da geçen bir aile dramı. Aile dramı aslında yanlış kelime, aile demek zaten dram demek, o yüzden ‘dram dramı’ demiş gibi oldum, neyse. Megavolkan’ın önerisi üzerine izledim ve hakkaten çok güzel bir filmmiş. Sıradan, bağları olabildiğince kopuk, sadece yemek yerken diyalog kuran, birbirlerinden olabildiğince habersiz, donuk bir aile. Bireyleri içten içe paramparça olurken, hala birlikte olan bir aile. İzleyecisinin kendisinden bir şey bulmaması imkansız olan filmlerden.

1/27/2010

Invictus

http://www.imdb.com/title/tt1057500/

Clint Eastwood’un son yönetmenlik işinde efsane adam Mandela’nın Güney Afrika Cumhuriyeti Milli Rugby Takımı’na nasıl ilham verdiğini ve bu takım aracılığıyla büyük bir şeyler kazanmaya aç bir ulusu nasıl ayağa kaldırdığını izliyoruz. Et ve kemik olarak Mandela’ya biraz fazla gelse de Morgan Freeman, ‘iki saatlik filmde daha fazla görseydik keşke’ diye düşündüğüm takım kaptanı Matt Damon haliyle çok iyi oynamışlar, aksini beklemek zaten Hollywood’un kıyamet filmi çekmeme kararı almasını beklemek gibi bir şey olurdu sanırım. Güzel film, ajitasyon ya da kafaya vurulan odun niteliğinde beylik ırkçılık karşıtı mesajlar yok en azından. Son yarım saati kaplayan rugby maçı yerine Mandela’nın hapishane sonrası psikolojisine de yer verilseymiş (hapishaneden flashbackler, Mandela’nın yaptığı şeylerin arkasında nasıl bir motivasyon olduğu irdeleyen sahneler vs.) daha mutlu olabilirmişim. O rugby maçı sahnesi çok iyi çekildiği için pek sorun değil gerçi, özellikle en sonda filmin tam bir karnaval havası alması, yaklaşan Dünya Kupası öncesinde içimi heyecan kaplamadı değil. Ortalık bayrak sallayan, elindeki bira bardağını havaya kaldırmış sevinç çığlığı atan insanlarla doluyor bir anda. Zaten bayrak denen şeyi sadece bu tarz olaylarda; bir turnuva sonrası insanların çılgınlar gibi sokaklarda eğlenip yüzlerini boyadığı, renklerin çeşitliliğinden dilin, dinin, ırkın rengini seçemediğiniz maç sonrası kutlamalarda seviyorum. Başka bişeyde değil. Filme ismini veren W.Ernest Henley şiirinin son dizeleri ise şöyle:

It matters not how strait the gate

How charged with punishments the scroll,

I am the master of my fate

I am the captain of my soul

1/23/2010

Yağdı!


Bugün her tarafı bembeyaz görmek beni çok mutlu etti. Öğlen saatinde dışarı çıkıp arkadaşlarıma üç beş kartopu atatarak nostalji de yapmış oldum, uzun süredir kara dokunmuyordum, o açıdan da mest olduğumu belirteyim.

Tüm ana yolların felç olması, bir haftadır yapılan uyarılara rağmen tuzlama gibi basit ve ilkel bir hadiseye bile kar yağdıktan sonra başlanması, İstanbul - İzmir yolunun saatlerce kilitlenmesi gibi rezaletlerin yaşanması beni mutlu etmedi, o ayrı konu.

Öğlen saatlerinde pencereden dışarı bakıp, içimden 'hadi dostum, biraz daha biraz daha!' diye kara seslenirken, bir anda bir flashbackler havuzunda buldum kendimi. Çocukken kar yağdığında yarım saat arayla pencerenin önüne gider, hala aynı şiddetle yağıyor mu, karın yüksekliği gittikçe artıyor mu diye kontrol ederdim. Her defasında derin bir oh çekip odama geri dönerdim. O zaman oturduğumuz ev sobalıydı, pencerenin dış pervazından biraz kar alıp sobanın üstüne bırakıp çılgın bir gürültüyle eriyişini izlerdim. Falan filan, nerden çıktıysa bende de bu kar fetişi, çocukluğuma falan geri dönmek lazım aslında bi.

Bu da iş yerinden çektiğim bir foto olarak geçsin tarihe.

1/22/2010

Grey's Anatomy Season 6


"The Season that Changes Everything" tagline'ına bakarak, 10. bölümden sonra 'hadi lan ordan, neden hala değişmedi her şey, bu sezon da bir garip haaa' demiştim. O bölümden sonra bir buçuk ay süren bir ara verildi. Geçen hafta dizi 11. bölümüyle geri döndü, az önce 'I like you so much better when you're naked' isimli 12. bölümü izledim, ve evet mk iki kere izledim, napiym.

Dizi eski eğlenceli diyaloglarından, karakterlerin birbirlerine sataşmalarından ve muhteşem oyunculuğuyla George'undan -R.I.P bambi :(- kısmen yoksun belki ama cilalanmış ve karartılmış, gücüne güç katılmış dramıyla hala tam gaz devam ediyor efem, verilen aradan sonraki bölümlerde feci yamulduğumu ifade etmeliyim. Grey's Anatomy seni çok seviyorum haberin olsun, fanlığımdan bir gıdım kaybetmiş değilim. Hala bölümlerini en az iki kere izliyorum. Ne de olsa benim blogum, yazayım açık açık dedim. İyi de yaptım.

Hala izlemeyen dünyalılara sesleniyorum, Grey's Anatomy hayat kurtarır, haberiniz olsun.

1/15/2010

The Road

‘Post apokaliptik şeyler izleyip keyiften gebericem, Fallout atmosferini hissedip en yakın saksıdan bir tutam toprak alıp yemek isticem, İnsanoğluna lanet edip toprak ana’ya (ki mother nature diyince daha karizmatik oluyo, yapacak bir şey yok) saygı duyup karşısında diz çökücem ve bir filmin sonunda daha 'lütfen artık dünyanın sonu gerçekten gelsin' diye dua edicem’ düşünceleriyle filmin başına oturulur. Dünyaya çok kötü şeyler olmuştur, kıyamet gelmiştir. Film bu görüntüleri göstermek yerine direkt aftermath şeklinde olaya bodoslama girer, seyirci de baş karakter eşliğinde (Viggo Mortensen’in oynamadığı, adeta ‘olduğu’) tüm bu olanları yaşamaya başlar. Artık karşısında manasız bir serüven vardır. Yola çıkmıştır. Doğadan çıkıp sağ kalmak mı, yoksa insandan kurtulup sağ kalmak mı daha zordur sorgulanacaktır (Mesela bu da İngilizce daha karizmatik oluyor mk ya; ‘Which one is more difficult, Surviving nature or men?’). Arada yaşanan flashback’ler –filmin sonuna doğru epey azalıyorlar, her şey daha bir geçmişte kalıyor çünkü sanırsam- ile geçmişteki acı dolu anılara, Charlize Theron’un donuk karakterine, bunalımdaki anneye dönülür. Sonuna kadar sürükleyici şahane bir film izlenir, post apokaliptik geniş açı sahneler görme hevesi kursakta kalır belki biraz ama gerek kullanılan renk tonuyla (baştan sona gri bir gök yüzü düşünün, her yerin, insanların gözlerinin bile kahverengi olduğunu düşünün), gerek mekanlarıyla ve bu mekanların detaylandırılmasıyla, gerek karşılaşılan tipler ve giyim kuşamlarıyla yeterince fallout atmosferi alınıp en yakın saksıdan bir tutam toprak yendiği için mutlu da olunur. Pek yeni bir şeyler söylemese de insanlığa dair bir kaç düşündürücü sahnenin olması bulunur. Klişe sonuçta ama çoğu klişe iyi olduğu için klişedir zaten denir. Yürek burkması gereken yerde burkuyorsa hele, bu filmde olması gerektiği gibi yerli yerinde ve çok başarılı sunulmuşsa tamamdır.

Garip cümle bitirişli yazıya son vereyim ve dünyanın sonuna direkt sesleneyim. Dünyanın sonu, lafım sana, direkt sana sesleniyorum: Gel artık lan! Ben de elime bir alışveriş arabası alıp hayatta kalmak için manasız yerlerde dolaşıp gizli bir depoda ananas konservesi bulup mutlu olmak istiyorum ya. Hayat çok acımasız. Eğer bir uzaylı ya da dünyanın sonunu görmezsem mutsuz ölücem, artık eminim bundan. To Do List’imin en tepesine yeni iki opsiyonel madde koyuyorum: 1-Uzaylı gör. 2-Dünyanın sonunu gör.

Viggo, go brush your teeth!

The Lovely Bones

http://www.imdb.com/title/tt0380510/

Peter Jackson’ın son filmi The Lovely Bones’u izlemiş bulunmaktayım, ülkemizde vizyona girecek mi, ya da ne zaman girecek gibi sorularla daha fazla uğraşamayıp filmi izledim efem. Sonuç: ‘Fena değil’den daha iyi. Aslında epeydir P.Jackson filmi izlemiyorduk, o yüzden baya iyi geldi.

Konusundan bahsedip mahvetmeyelim, zira yeterince tahmin edilebilir bir şekilde ilerleyen bir film. Yine de etrafımda sürekli paçalarımı çekiştiren bir kedi, arada odaya ütülenmiş kıyafetleri bırakmak için giren bir anne ve arada bir çalan telefona rağmen dikkatimi üzerinde tutmayı başardı. Çok iyi çekilmiş sahneler var. Bazı kareler şaka gibi. Bu aralar 'Avatar', 'Mary and Max' gibi filmlerle görselliğe yeterince doymuşken bu da tüm bunların kaymak krema gibi geldi. Öldükten sonra gidilen –ya da gidilemeyen- ‘öbür taraf’ muhteşem bir şekilde tasvir edilmiş. O tarafa geçenlerin hala hayatta olan insanlarla olan bağını da duygusal bir şekilde işlemiş. Bize de tüyler ürpertici sahnelerde tüylerimizin ürpermesine izin vermekten başka bir şey kalmıyor haliyle. Jackson’ın hayal gücü neyseki hala yerinde. Filmde pek görünmeyen Rachel Weisz ve geçen hafta 'Julie and Julia’da izlediğim Stanley Tucci çok iyiler. Comic relief şeklinde filmde yer edinen Susan Sarandon ve başroldeki genç oyuncular da elbette başarılı.

Majestik sahnelerle dolu harika bir film. Kayalara çarpan gemiler ve çimenden yapılmış uçan balon gibi sahneler bile yeterli zaten. ‘‘Fena değil’den daha iyi’ dedim ama aslında ondan daha iyi. 2 saate kesinlikle değer. Zira hayal gücü dediğimiz şeyin kadrini fazlasıyla biliyorum. Neden en boktan M.Night Shyamalan filmlerinin bile fanıyım sanıyorsunuz? :)

1/14/2010

Up in the Air


http://www.imdb.com/title/tt1193138/

Ryan’ın çok zor bir mesleği vardır: Amerika sınırları içinde eyaletten eyalete, şehirden şehire uçarak insanlara kovulduklarını bildirmek. Bu işi yaparken uçmaya, otellerde kalmaya falan iyice alışmıştır. Bu onun için bir hayat tarzı olmuştur, ev olmuştur artık. Nereye ait olduğunu bilememek, ne istediğini bilememek ve hatta kim olduğunu anlayamamak üzerine yapılmış hoş bir film. Güzel esprilerle bezenmiş ilk bir saatlik kısım bittikten sonra boğaz düğümleyen sahnelerin sayısı artıyor. Ryan bir duvardan diğerine çarpılıyor, siz de o sırada hararetle yediğiniz soslu fıstığı bir kenara bırakıyor ve ekrana Ryan’ın saçlarını okşamak isteyen bir anne edasıyla bakakalıyorsunuz. Bu cümle saçma mı geldi? Sizi bir sonraki paragrafa alalım o zaman.

Yakışıklılık derecelerimizin benzemesi dışında George Clooney ile pek benzer yanımız yok aslında. Onun biraz daha zengin ve ukala olmasını, benden daha fazla dergiye kapak olmasını ve şanslı olmasını falan saymıyorum tabi. Neyse, bu filmde Clooney’nin oynadığı Ryan karakteriyle epey bir benzer yanımın olduğunu fark ettim, belki insanlara işlerinden kovulduğunu söylemek gibi garip ve yıpratıcı bir mesleğim yok, yılın sadece 30 gününü ‘ev’ dediğimiz yerde geçirecek kadar şanssız değilim ama bir ortak nokta var, o da şu: bir yere ait hissetmemek.

Filmden kısa bir diyalog;

‘Where are you from?’

‘I’m from here.’

1/08/2010

'Mary and Max' ve Gümüş

http://www.imdb.com/title/tt0978762/

70’li yıllar... yaşlı adamların pantolonlarını neden çok yukarı çektiğini, taksiler geri geri giderse şoförlerin para kazanıp kazanmayacağını merak eden ve arkadaşları tarafından aşağılanan, yemeğine işenen Avustralyalı küçük kız Marry... balıkları garip bir şekilde ölen, garip bir psikologa ve komşuya sahip, insanların yere çöp atmasına takıntılı, anksiyete ataklarına kurban gitmiş New York’lu asosyal bir adam Max...Rastgele başlayan ve yıllar süren bir mektup arkadaşlığı, göz yaşları ve kahkahalar, hayatın inişleri ve çıkışları...Yapılmış en iyi animasyonlardan birisi...Üstüne bir de P.S.Hoffman seslendirmesi...Çikolata fanı iki garip insan ve birbirlerine söyledikleri onca saçma şey, onca mantıksız soru ve onca acı detay, onca komik detay...Nestle sıcak çikolata ve yanında yenen gofretle filmin daha da tatlı olması, bunun konuyla alakası olmaması...Kedimin nihayet ona aldığım yatakta yatmaya başlaması...Mary and Max’in yapılmış en iyi animasyonlardan biri olması...God gave us relatives, thank God we can choose our friends...

Gümüş 'Bailey' Silverstorm