3/28/2010
Agora (2009 - bir anti Canavaroluşçuluk filmi)
3/25/2010
Anadolu'nun Kayıp Şarkıları (Belgesel)
3/07/2010
Anadolu'nun Kayıp Şarkıları
2/25/2010
Duşta Söylenen En iyi Yerli 90'lar Top 20!
2/22/2010
Seçil - Uhde (1995)
2/18/2010
Lola and Billidikid
The Adventures of Priscilla, Queen of the Desert
2/08/2010
2009 Filmleri Top 10
2/05/2010
The Hurt Locker, A Serious Man, It's Complicated
The Hurt Locker:
http://www.imdb.com/title/tt0887912/
Irak. Amerika Ordusu. Ordudaki görevi oraya buraya bırakılmış şüpheli paketleri, bombaları, canlı bombaları etkisiz hale getirmek olan bir asker. Kathryn Bigalow isimli yönetmeni pek bilmiyorum, sanırım izlediğim tek filmi Point Break (Keanu Reeves ve Patrick Swayze’lı sörflü mörflü aksiyon filmi) ama burda mükemmel ötesi bir iş çıkarmış. Jeremy Renner’ın oynadığı bomba imha uzmanı William James o bombaları etkisiz hale getirirken, inanılmaz yakın çekimler ve gerici sessizlik sağolsun, kulaklığımı çıkarıp odamdan koşarak kaçmak istedim. Irak sokaklarından mükemmel çekimler görmek mümkün. El kameralarıyla yere paralel tutularak çekilmiş açılardan sadece pisliği, tozu toprağı, çöpü değil; tekinsizliği, gerilimi ve manasızlığı da sonuna kadar hissettim. Ölümle burun buruna, yıpranarak, bir saniye içinde nefes alan bir adamın toz bulutu haline geldiğini görerek...Bunu bir çok savaş filminde hissetmek mümkün fakat The Hurt Locker’ı özel kılan şey çıldırmış aksiyon ve çatışma sahneleri değil; sessizliği, sakinliği ve insanı hayata, ölüme, savaşa, barışa her şeye yabancılaştıran atmosferi. Çavuş James’in aldığı kararları ve yaptıklarını gördükçe içiniz parçalanıyor. Boru gibi başlayan film, aynı sertlikle mükemmel bir şekilde noktalanıyor. Soundtrack inanılmaz. Müziğin ve atmosferin etkisiyle filmin ortalarında geçen ‘sakin’ çatışma sahnesi seyirci için tam bir işkenceye dönüşüyor. Tam bir yönetmenlik dehası. Ralph Fiennes, Guy Ritchie ve Evangeline Lilly gibi isimlerin ikişer dakikalık sürpriz oyunculukları da hoş olmuş bu arada. Çöl gibi sessiz, sarı ve insanı susturan, susatan şahane bir film.
1/29/2010
This is England, Tokyo Sonata
This is England: 1980’ler, Skinhead’lerle çok küçük yaşta tanışan Shaun’un ve aslında İngiltere’nin kısa bir hikayesi. Atılan milliyetçi nutuklar, yıkanan ve yıkanmayan beyinler, ‘ülkeyi işgal etmiş Paki’ler’, öfke nöbetleri ve denize fırlatılan bayraklar...Ağlamaktan ağzım kırıldı, mükemmel bir film çekmiş S.Meadows. Bu kadar geç izlediğim için de utandım kendimden, gelinlik giymeden, bebeğimden önce...
http://www.imdb.com/title/tt0938341/
Tokyo Sonata: Tokyo’da geçen bir aile dramı. Aile dramı aslında yanlış kelime, aile demek zaten dram demek, o yüzden ‘dram dramı’ demiş gibi oldum, neyse. Megavolkan’ın önerisi üzerine izledim ve hakkaten çok güzel bir filmmiş. Sıradan, bağları olabildiğince kopuk, sadece yemek yerken diyalog kuran, birbirlerinden olabildiğince habersiz, donuk bir aile. Bireyleri içten içe paramparça olurken, hala birlikte olan bir aile. İzleyecisinin kendisinden bir şey bulmaması imkansız olan filmlerden.
1/27/2010
Invictus
It matters not how strait the gate
How charged with punishments the scroll,
I am the master of my fate
I am the captain of my soul
1/23/2010
Yağdı!
1/22/2010
Grey's Anatomy Season 6
1/15/2010
The Road
‘Post apokaliptik şeyler izleyip keyiften gebericem, Fallout atmosferini hissedip en yakın saksıdan bir tutam toprak alıp yemek isticem, İnsanoğluna lanet edip toprak ana’ya (ki mother nature diyince daha karizmatik oluyo, yapacak bir şey yok) saygı duyup karşısında diz çökücem ve bir filmin sonunda daha 'lütfen artık dünyanın sonu gerçekten gelsin' diye dua edicem’ düşünceleriyle filmin başına oturulur. Dünyaya çok kötü şeyler olmuştur, kıyamet gelmiştir. Film bu görüntüleri göstermek yerine direkt aftermath şeklinde olaya bodoslama girer, seyirci de baş karakter eşliğinde (Viggo Mortensen’in oynamadığı, adeta ‘olduğu’) tüm bu olanları yaşamaya başlar. Artık karşısında manasız bir serüven vardır. Yola çıkmıştır. Doğadan çıkıp sağ kalmak mı, yoksa insandan kurtulup sağ kalmak mı daha zordur sorgulanacaktır (Mesela bu da İngilizce daha karizmatik oluyor mk ya; ‘Which one is more difficult, Surviving nature or men?’). Arada yaşanan flashback’ler –filmin sonuna doğru epey azalıyorlar, her şey daha bir geçmişte kalıyor çünkü sanırsam- ile geçmişteki acı dolu anılara, Charlize Theron’un donuk karakterine, bunalımdaki anneye dönülür. Sonuna kadar sürükleyici şahane bir film izlenir, post apokaliptik geniş açı sahneler görme hevesi kursakta kalır belki biraz ama gerek kullanılan renk tonuyla (baştan sona gri bir gök yüzü düşünün, her yerin, insanların gözlerinin bile kahverengi olduğunu düşünün), gerek mekanlarıyla ve bu mekanların detaylandırılmasıyla, gerek karşılaşılan tipler ve giyim kuşamlarıyla yeterince fallout atmosferi alınıp en yakın saksıdan bir tutam toprak yendiği için mutlu da olunur. Pek yeni bir şeyler söylemese de insanlığa dair bir kaç düşündürücü sahnenin olması bulunur. Klişe sonuçta ama çoğu klişe iyi olduğu için klişedir zaten denir. Yürek burkması gereken yerde burkuyorsa hele, bu filmde olması gerektiği gibi yerli yerinde ve çok başarılı sunulmuşsa tamamdır.
Garip cümle bitirişli yazıya son vereyim ve dünyanın sonuna direkt sesleneyim. Dünyanın sonu, lafım sana, direkt sana sesleniyorum: Gel artık lan! Ben de elime bir alışveriş arabası alıp hayatta kalmak için manasız yerlerde dolaşıp gizli bir depoda ananas konservesi bulup mutlu olmak istiyorum ya. Hayat çok acımasız. Eğer bir uzaylı ya da dünyanın sonunu görmezsem mutsuz ölücem, artık eminim bundan. To Do List’imin en tepesine yeni iki opsiyonel madde koyuyorum: 1-Uzaylı gör. 2-Dünyanın sonunu gör.
The Lovely Bones
http://www.imdb.com/title/tt0380510/
Peter Jackson’ın son filmi The Lovely Bones’u izlemiş bulunmaktayım, ülkemizde vizyona girecek mi, ya da ne zaman girecek gibi sorularla daha fazla uğraşamayıp filmi izledim efem. Sonuç: ‘Fena değil’den daha iyi. Aslında epeydir P.Jackson filmi izlemiyorduk, o yüzden baya iyi geldi.
Konusundan bahsedip mahvetmeyelim, zira yeterince tahmin edilebilir bir şekilde ilerleyen bir film. Yine de etrafımda sürekli paçalarımı çekiştiren bir kedi, arada odaya ütülenmiş kıyafetleri bırakmak için giren bir anne ve arada bir çalan telefona rağmen dikkatimi üzerinde tutmayı başardı. Çok iyi çekilmiş sahneler var. Bazı kareler şaka gibi. Bu aralar 'Avatar', 'Mary and Max' gibi filmlerle görselliğe yeterince doymuşken bu da tüm bunların kaymak krema gibi geldi. Öldükten sonra gidilen –ya da gidilemeyen- ‘öbür taraf’ muhteşem bir şekilde tasvir edilmiş. O tarafa geçenlerin hala hayatta olan insanlarla olan bağını da duygusal bir şekilde işlemiş. Bize de tüyler ürpertici sahnelerde tüylerimizin ürpermesine izin vermekten başka bir şey kalmıyor haliyle. Jackson’ın hayal gücü neyseki hala yerinde. Filmde pek görünmeyen Rachel Weisz ve geçen hafta 'Julie and Julia’da izlediğim Stanley Tucci çok iyiler. Comic relief şeklinde filmde yer edinen Susan Sarandon ve başroldeki genç oyuncular da elbette başarılı.
Majestik sahnelerle dolu harika bir film. Kayalara çarpan gemiler ve çimenden yapılmış uçan balon gibi sahneler bile yeterli zaten. ‘‘Fena değil’den daha iyi’ dedim ama aslında ondan daha iyi. 2 saate kesinlikle değer. Zira hayal gücü dediğimiz şeyin kadrini fazlasıyla biliyorum. Neden en boktan M.Night Shyamalan filmlerinin bile fanıyım sanıyorsunuz? :)
1/14/2010
Up in the Air
http://www.imdb.com/title/tt1193138/
Yakışıklılık derecelerimizin benzemesi dışında George Clooney ile pek benzer yanımız yok aslında. Onun biraz daha zengin ve ukala olmasını, benden daha fazla dergiye kapak olmasını ve şanslı olmasını falan saymıyorum tabi. Neyse, bu filmde Clooney’nin oynadığı Ryan karakteriyle epey bir benzer yanımın olduğunu fark ettim, belki insanlara işlerinden kovulduğunu söylemek gibi garip ve yıpratıcı bir mesleğim yok, yılın sadece 30 gününü ‘ev’ dediğimiz yerde geçirecek kadar şanssız değilim ama bir ortak nokta var, o da şu: bir yere ait hissetmemek.
Filmden kısa bir diyalog;
‘Where are you from?’
‘I’m from here.’
1/08/2010
'Mary and Max' ve Gümüş
http://www.imdb.com/title/tt0978762/
70’li yıllar... yaşlı adamların pantolonlarını neden çok yukarı çektiğini, taksiler geri geri giderse şoförlerin para kazanıp kazanmayacağını merak eden ve arkadaşları tarafından aşağılanan, yemeğine işenen Avustralyalı küçük kız Marry... balıkları garip bir şekilde ölen, garip bir psikologa ve komşuya sahip, insanların yere çöp atmasına takıntılı, anksiyete ataklarına kurban gitmiş New York’lu asosyal bir adam Max...Rastgele başlayan ve yıllar süren bir mektup arkadaşlığı, göz yaşları ve kahkahalar, hayatın inişleri ve çıkışları...Yapılmış en iyi animasyonlardan birisi...Üstüne bir de P.S.Hoffman seslendirmesi...Çikolata fanı iki garip insan ve birbirlerine söyledikleri onca saçma şey, onca mantıksız soru ve onca acı detay, onca komik detay...Nestle sıcak çikolata ve yanında yenen gofretle filmin daha da tatlı olması, bunun konuyla alakası olmaması...Kedimin nihayet ona aldığım yatakta yatmaya başlaması...Mary and Max’in yapılmış en iyi animasyonlardan biri olması...God gave us relatives, thank God we can choose our friends...
Gümüş 'Bailey' Silverstorm