1/29/2010

This is England, Tokyo Sonata

This is England: 1980’ler, Skinhead’lerle çok küçük yaşta tanışan Shaun’un ve aslında İngiltere’nin kısa bir hikayesi. Atılan milliyetçi nutuklar, yıkanan ve yıkanmayan beyinler, ‘ülkeyi işgal etmiş Paki’ler’, öfke nöbetleri ve denize fırlatılan bayraklar...Ağlamaktan ağzım kırıldı, mükemmel bir film çekmiş S.Meadows. Bu kadar geç izlediğim için de utandım kendimden, gelinlik giymeden, bebeğimden önce...

http://www.imdb.com/title/tt0938341/

Tokyo Sonata: Tokyo’da geçen bir aile dramı. Aile dramı aslında yanlış kelime, aile demek zaten dram demek, o yüzden ‘dram dramı’ demiş gibi oldum, neyse. Megavolkan’ın önerisi üzerine izledim ve hakkaten çok güzel bir filmmiş. Sıradan, bağları olabildiğince kopuk, sadece yemek yerken diyalog kuran, birbirlerinden olabildiğince habersiz, donuk bir aile. Bireyleri içten içe paramparça olurken, hala birlikte olan bir aile. İzleyecisinin kendisinden bir şey bulmaması imkansız olan filmlerden.

4 yorum:

Volkan dedi ki...

dünyanın en sikko filmlerine 10 sayfa yazarsın, 2 tane harika filme bi paragraf anca yazarsın. lanetliyorum snei :P

Armageddon dedi ki...

dostum çok haklısın, tokyo sonata harika değil gerçi :) 'gayet iyi' daha doğru olurdu sanırım :)

10 dedi ki...

Söz konusu film This Is England olunca filmin konusunu anlatmaktan daha fazla bir kaç cümleyi hakettiğini düşünüyorum :D

Tarihinin en karmaşık dönemlerinden olan 80’li yıllardan, Margaret Thatcher’dan, Duran Duran’dan, işçi eylemleri ve Falkland harekatının arşiv görüntülerinden derlenmiş bir kolaj. Filmin adı bile insanı izleyecekleri karşısında heyecanlandırmaya yetiyor. En basit haliyle koyu milliyetçi zihniyeti eleştiren fena halde cesur bir isim. Ülkenizin milliyetçilik damarına basan bir filme bu ismi vermek çok önemli. Thatcher’ın 6 hafta süren Falkland savaşı, vergileri ağırlaştığı, ekonomik krizin yol açtığı işsizlik, yolsuzluk, arsızlık döneminin kaynayan kazanında daha da belirginleşti. Gerçi çok sonra Blair’in bizzat kendisi göreve geldi, ancak onun misyonu da uşaklıktan öte gitmedi. Sömürge düzeninin kaçınılmaz sonuçlarından biri olarak ülkede, Hindistan, Pakistan kökenli nüfusun yoğunlaşması da, İngiliz vatandaşlarının “sahip çıkma” dürtülerini harekete geçirdi. Ucuz iş gücü sağlayan, gelenek göreneklerini de beraberinde getiren, zamanla kendi işlerini kurabilecek seviyeye gelen bu insanlar, artık bazı İngilizlerin onları hep görmek istedikleri sömürge alt sınıfından çıkmaya, kendi ayakları üzerinde durmaya başladılar. Dağdakiler tarafından kovulduğunu düşünen bağdaki İngilizler arasında tehlikeli hareketler, eğilimler belirdi. Sanki vakti zamanında sömürge olmayı kendileri istemiş gibi, insanca yaşamanın yollarını arayan yabancı kökenlilere karşı düşmanca tavırlar takınmaya başladılar.

Elinizde böyle bir tarihi mesele varken buna birde çocuk gözüyle bakma cüreti ise taktire şayan bir cesaret örneği. Çocuk figürleri çok daha şiirsel, çok daha duygusal, çok daha sembolik anlatımlar için bulunmaz nimettir adeta fakat duygu sömürülerine de hedef tahtası olma tehlikesi de vardır ki, işin o boyutunun cılkını çıkartmayı çok iyi beceren yönetmenler de yok değil. Olayları gözünden gördüğümüz çocuğun tasarlanış şekli çok önemli. Sevimsiz, ukala bir imaj bırakabilecek veya yaşından çok çok zeki çocuk tiplemeleri, iyi bir filmi bile sabote edebilir. Çünkü filmin gidişatında, bizden o çocukla özdeşlik kurmamız, ona üzülmemiz, sevinmemiz, acımamız, bunun yanında umudun sembolü olarak görmemiz beklenir.Bunların hiçbirini ya da önemli bir kısmını bize hissettiremeyen çocuğun gözlerinden baktığımız tablo bulanık olacaktır. Peki Shaun, bu söylediklerimizin neresinde duruyor. Çünkü This Is England’ın kaderi büyük ölçüde ona bağlı. Sıkıcı derecede uslu bir çocuk olursa Sahne Meadows’un bile elinden bir şey gelmeyecektir.

Shaun uslu olmasına uslu bir çocuk. Tabi usluluk kavramından ne anladığınıza da bağlı. Babasını Falkland savaşında kaybetmiş, hippi eskisi annesi ile yaşayan, okulda alay konusu olduğu ispanyol paçaları yüzünden kavga ettiği gün Woody ve zararsız arkadaş grubuyla tanışan, onlarla sıkı dostluklar kuran Shaun’un Shane Meadows ile olan isim benzerliğinden bilmiyorum bahsetmeye gerek var mı. Gruptakilerden yaşça küçük olmasına rağmen kısa sürede kaynaşan, grubun maskotu haline gelen, hatta ablası yaşındaki Cindy Lauper'dan bozma Smell ile flörte bile başlayan Shaun için hayatının en güzel günleridir bunlar. Ta ki birgün Woody’nin eski dostu, onun için üç yıl hapis yatmış bir dazlak olan Combo hapisten çıkıp bu güzel gruba musallat olmaya başlayana dek. Koftiden milliyetçi duygu sömürüleri ile herkesi tedirgin eden Combo’nun ne mal olduğunu bilen Woody, hiç düşünmeden Combo ile yollarını ayırıyor. Çok sevdiği Shaun’u da yanında götürmek, Combo salağının pençelerine bırakmamak istiyor. Fakat Combo’nun Shaun’a Falkland’da ölen babası üzerinden yaptığı duygu sömürüsü işe yarayınca, biz de 12 yaşındaki Shaun’un gözlerinden çok güçlü bir İngiliz milliyetçiliği veya evrensel anlamda bir milliyetçilik eleştirisini diken üzerinden hiç inmeden izlemeye başlıyoruz.

10 dedi ki...

Shaun’un kendinden büyüklerle yaşadığı iletişim çeşitlerinde görülen en belirgin özellik saflık. Yanlış anlama olmasın, Shaun çok zeki bir çocuk. Ama etrafında hep kendinden büyük gençler olunca, tecrübe eksikliği onun vereceği kararları çok etkiliyor, bu yüzden sağlıklı seçimler yapamıyor. Bu durum Shane Meadows’un hikayesindeki gerçekliği daha da pekiştirmekte. Çünkü çocuk gözüne sahip olduğunu savunan filmlerin mühim handikaplarından biri, tecrübesizliğinden adımız gibi emin olduğumuz bazı çocuk kahramanları 42 yaşın olgunluğunda göstermektir. Buna inanmamız için bize hiç geçerli sebepler de sunamazlar. Ama Shaun’u çok kolay kabullenebilir, bağrınıza basmak isteyecek kadar sevebilir, hatta yanlış seçimlerini bile anlayabilirsiniz. Çünkü o seçimler için Shaun’un gerekçeleri kötülükten, yobazlıktan çok uzak diyarlara aittir. Kime neden karşı olduğunu tam idrak edemeyecek kadar çocuk masumiyetinin sembolü, etrafına köpükler saçan dazlak zihniyetlerin ortasında dımdızlak kalmanın çocukçasıdır Shaun.. Shane’in Shaun’a, Shaun’un Shane’e yakın oluşuna kilitlenmiş görünmesine rağmen kesinlikle tam manasıyla kişiselleşmemiş olan This Is England, ırkçı ve gerici fikirlere karşı yapacağımız seçimlerin önemine yüklediği anlam ile de çok başka bir film.

Filmi, son yılların en başarılı politik filmi yapan şey, aşırı milliyetçi hatta faşist söylemlerin hangi noktada etkisini yitirdiğini çok net bir şekilde ortaya koymasıdır. Yabancı düşmanlığının, faşist söylemlerin etkisini yitirdiği noktanın adı dostluktur. Hiç tanımadığın yabancılara karşı nefret beslemek, psikolojik ve fiziksel şiddet uygulamak, o insana belki haklı olduğu düşüncesi ile bir hakmış gibi görünebilir. Nitekim, Pakistanlı bakkalın dükkanını basıp basket oynayan çocuklara yaptıkları fiziksel sataşmayı, Combo ve arkadaşları kendileri için bir hak olarak görürler. Ama yine o yabancılardan biri olmasına rağmen aynı zamanda bir sürü anıları ve duygusal paylaşımları da olan arkadaşlarından Milky'ye gelince sıra, hak olarak gördükleri şey kocaman bir vicdan azabına dönüşür.

Sadece politik filmler yapmayı hedeflemediğini hissetmek mümkün olsa da, Ken Loach, Mike Leigh gibi politik sinemanın en başarılı isimlerini çıkarmış olan İngiliz Sineması'nın genç kuşaktan isimlere de o muhalif ruhu akıtabildiğini görmek, insana gerçekten heyecan veriyor. Meadows’un filmlerinde yarattığı bitkin-bıkkın İngiliz kara bulutları altında yaşayan anlatım gücünü seviyorum. Kalemi, kamerası, fikirleri ve uygulamalarıyla, basit kaçabilecek övgülerden çok daha fazlasını hak eden bir yönetmen