5/29/2012

MEN IN BLACK III (SİYAH GİYEN ADAMLAR 3)



Çok büyük fanı olmasam da sevdiğim serilerdendir MIB. Bu film de vizyona girmeden önce fragmanını bir iki kez izleyip ‘aaa hiç de heyecan verici değil lan’ falan demişliğim, ilk iki filmi tekrar bi izleyip ön hazırlık yapıp ‘aaa ilk iki film de hiç tat vermedi yahu’ diye şaşırmışlığım da var ama Will Smith bu, boru değil! Zaten kendisi filmin “en”, ve maalesef “tek” kayda değer artısı. Filmde iki tane 30 dakikalık ‘tempo sorunlu’ sekans var. En başta tanıtılan kötü uzaylı ilgi çekici değil, ilk iki filme nazaran fena olmayan hikaye bir iki yerde feci kopuyor ve ikinci yarıda dahil olan yan karakterler falan inanılmaz anlamsız. Hal böyle olunca, kendinizi Josh Brolin ve Will Smith’in kusursuz oyunculuğunda güzel mimik ve espri arayıp filmden zorla keyif alırken bulabilirsiniz. Bence izlenmese de olur ama illa izlemek istiyorsanız  da arkadaşınızla gidin ki, kaçırdığınız az ve öz esprili anda yanınızda o anı sizin için yakalayacak biri olsun! Lady Gaga esprisini kaçırmamalısınız çünkü!

MAN ON A LEDGE


Sam Worthington muhteşem bir yüz. Onun oynadığı filme insan ister istemez ilgi göstermek zorunda kalıyor. Avatar, dünyanın en kötü filmi Clash of the Titans (Titanların Savaşı)  ve yüzyılın en kötü Terminatör filmi gibi devasa yapımlarda boy göstermesi bir yana, iyi oyunculuğu bir yana, enfes suratı bir yana. Nicolas Cage’i ele alalım. O nasıl hem çirkin hem de boktan oyuncuysa, bu da tam tersi. Oldu mu bu karşılaştırma? Sanmıyorum. Neyse. Filmin konusu şu: 

Hassktr, filmin 'konusu şu' diyip paragraf mı bitirilir olum. Olmadı, baştan. Filmin konusu şu: Haksız yere hapis yatmış bir polis, intihar etmek için bir New York gökdeleninin yirminci katına çıkar. Ama aslında intihar etmek istemekte midir, yoksa asıl planı gizleyebilmesi için bir oyun mudur? Aksiyon ve ilk yarım saatte çok iyi işleyen dağınık anlatım finale kadar çok iyi tırmandırmış gerilimi. Müzikler falan da mükemmel. Ed Harris ve Elizabeth Banks gibi isimler de kadroda. Filmin finali biraz fazla beyinsizce, ama genel gidişattan alınan o ‘Amerikan aksiyon dizisi’ tadından ötürü bu kusuru yok sayabilirsiniz diyorum. Tam bir ‘ovvv adamım, çıldırmış olmalısın’ pop corn eğlencesi.

5/22/2012

MOONRISE KINGDOM



Wes Anderson’ın yönettiği ve R.Coppola ile birlikte yazdığı Moonrise Kingdom, tam bir yıldızlar geçidi. Bruce Willis, Bill Murray, Edward Norton ve kısacık rolüyle ağzımıza bir parmak bal çalıp kaçan  Tilda Swinton (bu deyimin artık değişmesi lazım, 'bal' çok demode olmadı mı artık? yerine 'nutella' deme vaktimiz geldi de geçiyor bence) bir yana, filmin ana karakterlerini canlandıran 2 çocuk oyuncu bir yana. 90 dakika boyunca bu mütevazi ama kusursuz oyunculuk gösterisini izlerken filmin sonuna nasıl geldiğinizi anlamanız güç olabilir. Filmin hikayesi de, anlatımı da son derece naif; 60’lı yılların Amerika kırsalında yaşayan başarısız bireyler, ebeveynler ve onların çocukları. Bu çocuklar toplum içinde ‘tuhaf’ bulundukları için dışlanmakta, dışlandıkça hırçınlaşmakta, hırçınlaştıkça daha da uzaklaşmakta ve en sonunda çareyi ortadan kaybolmakta bulmaktadır. Genelde masalsı ve şirin bir anlatımı olsa da, bazı yerlerde kahkahayı bastıracak kadar da komik. Yanımda Güzin Hanım film boyunca kıkırdayışıma sinir oldu mesela. Ha, gülünce ses tonum ‘kesimden canhıraş kaçan bir tavuğa’ dönüştüğü için de sinir olmuş olabilir, bilemiyorum :) Özellikle dünya film tarihinde görüp görebileceğiniz en şirin ‘kulak delme ve küpe takma’ sahnesi için bile bu filmi kesinlikle izlemelisiniz. Bu filmle ödüle doyamayasın e mi Anderson.
Dördünüzü de yerim lan

5/14/2012

21 JUMP STREET (LİSELİ POLİSLER)

Şu yeni nesil Amerikan komedileri var ya; hani yönetmenleri genç, oyuncuları genç, espriler çok daha kaba ve çok daha cesur...Hah işte bu da onlardan. Superbad, Scott Pilgrim vs the World, Kick-Ass falan filan sizi güldürmüş filmlerse bunda da eğlenirsiniz diye düşünüyorum. Zaten bir Jonah Hill gerçeği var, insan ister istemez filme devasa bir sempatiyle yaklaşıyor bu oyuncunun ismini görünce. Filmin yönetmenleri Phil Lord ve Chris Miller da oldukça genç insanlar. Köfte Yağmuru (Cloudy with a Good Chance of Meatballs) çok beğendiğim bir animasyondur, bu ikilinin elinden çıkmıştı o da.

Amerikan filmlerinde çok sık karşılaştığımız 'sporda başarılı ama kafası basmayan yakışıklı' ve 'akıllı ama şişko, kızların ilgisini çekemeyen' liseli genç stereotiplerin üstünden ekmek yemeye çalışan, uzun süresine rağmen nadiren sıkan, ortalamanın üstünde bir komedi 21 Jump Street. Bu bahsettiğim ikili, aynı polis departmanında çalışırken partner olurlar ve ilk görevleri gereği mezun oldukları liseye gönderilirler. Kimliklerini gizli tutup, birer lise öğrencisiymiş gibi arkadaş çevresi edinip, uyuşturucu trafiğini önlemeleri gerekmektedir. 

Filmin başlarındaki 'başarısız polis' tripleri inanılmaz eğlenceli. Kahkaha üstüne kahkaha attım resmen. Sonrası biraz tekdüzeleşiyor maalesef; evde parti sahneleri, okuldaki geyikler ve komiklikler, beklenen 'ağır çekim komik anlar', sona doğru iyice tırmanan aksiyon vs hep bildiğimiz şeyler. Ama bu, filmin güldürmediği anlamına gelmez tabii. Başlarında güldüğüm kadar ortalarında ve sonlarında da gülmeyi dilerdim ama mesela beden eğitimi öğretmeninin kopmuş penisini görünce verdiği tepki kesinlikle görülmeli :) Veya güvercinli limuzin sahnesi, enfesti o da :) İyi iyi, Jonah Hill ve herifin oynadığı her filmde karakterini küçük düşürdüğü anlardaki 'çocukluğa ve travmalarına geri dönüş' samimiyetinin hatrına 10 üzerinden 6 değil, 7 veriyorum. Mucks.

Bu arada dip not: Film, adını eski bir suçla mücadele dizisinden almış. O dizide oynayan çok ünlü bir yıldızın, bu filmin sonlarına doğru bir anda orta çıkıp sürpriz yapması da o dizi için yapılmış bir saygı duruşu olsa gerek.

SAFE (KORUYUCU) / JASON STATHAM

Bir 'sinirli bakış ve karizmatik ses' dolu Jason Statham filmine daha hoş geldik. En sonda söylemem gerekeni en başında söylüyorum ki beklentilerinizi ona göre suya düşürün: Filmde Jason toplam 2 saniye çıplak görünüyor ve o da sadece omuzları! Hiç sevişme sahnesi de yok. Sadece aksiyona mahkumuz anlayacağınız. Sonra 'yok efendim, Jason dediler geldik, ne kas gördük, ne kol bacak, hayal kırıklığı' falan diye üzülmenizi istemem.

Konusu kısaca şu: Mei isminde ne sevimli ne de şirin küçük bir kız, aklında sayı tutma ve hesap yapma konusundaki becerisinden ötürü hem Çin mafyasının, hem Rusların, hem de pis işlere bulaşmış New York polislerinin...amaaaaan neyse; böyle aşırı özel, süper orjinal bir şey işte.

Film çok sıkıcı. 90'ların başında olsaydık, kalabalık lüks restoranların silahlı adamlarca savaş alanına dönüşünü hala ilginç bulsaydık bu filmi beğenebilirdik mesela. Ne dövüş sahnelerinde kareografi var, ne de silahlı çatışmalarda üzerine düşünülmüş bir detay. Hele bir finali var ki, olmaz olsun. Vaktinizi bu filmle harcamayın derim ben. Gidin daha iyi Jason Statham filmlerinin DVD'lerini falan alın. Mesela Lock, Stock and Two Smoking Barrells olabilir, Crank olabilir, The Bank Job olabilir, The Transporter olabilir, hatta pek ön planda olmasa da Snatch bile olabilir. Şimdi bu Jason Statham kişinin bir fotosunu da paylaşıp kendisini affedelim:
çekme lan karnını içeri!



5/05/2012

THE AVENGERS (YENİLMEZLER)


Eğer bir superhero filmi iyiyse çok mutlu oluyorum arkadaş! Adeta kuzenim istediği üniversiteyi kazanmış gibi, aldığım kulaklık 3 ayı doldurduğu halde bozulmamış gibi çılgın bir sevinç dolduruyor içimi! Bu 2,5 saatlik filmden sonra da tam olarak bunu hissettim sevgili çok az ama çok öz blog okurlarım :)
Joss Whedon'un (toy story, buffy, serenity ve cabin in the woods -e oha demi, bence de oha) yazarları arasında bulunmakla kalmayıp ayni zamanda yönettiği bu aksiyon ve görsel efekt zengini film, şaşırtıcı biçimde diyalogları ve kurgusuyla da fazzzzlasiyla tatmin ediyor efem. Şöyle diyim, bu film tüm Hulk, Iron Man ve elbette zaten boktan olan Captain America ve Thor filmlerinden bin kat daha eğlenceli ve esprili. Özellikle Hulk ve Iron Man (Robert Downey jr s.a.v) filmi uçurmuş resmen. Scarlet Johansson'ın elinde tabanca ile ateş ederken biraz iğreti durması ve Loki'nin çok daha etkileyici bir yüze sahip bir oyuncu tarafından oynanmasi gerektiği gerceği (biri Jared Leto mu dedi?) dışında filmin bir eksi yanının olmadığını düşünecek kadar beyni yıkanmış bir düzeyde beğendim filmi, onu da belirteyim :)
Trump Towers'taki LG Özel gösterime gelen tuhaf takım elbiseli davetliler arasinda paçoz Transformers ve Spiderman tişörtlerimizle en cool insanlar bizdik ayrıca, kimse kusura bakmasın. Ha bi de Diablo tisortlu birisi vardi sanırım.
Film enfes, izlemeyen yavaşça kendini tozlu raflara kaldırsın bi.
Öl de öleyim, demirimsin, adamın dibisin!

4/28/2012

CABIN IN THE WOODS (DEHSET KAPANI)

Daha önce found footage / el kameralı filmler kategorisinde zirveyi zorlayacak Cloverfield'ı yazmış Drew Goddard'ın ilk yönetmenlik deneyimi Cabin in the Woods neden mükemmel, hemen açıklayalım:

1) Korku türünü seven, türün en boktan örneklerine bile sinema koltuğuna gerilerek yapışmanın o anlatılmaz hazzı için giden, on dakikalık bir sahnede 854 tane klişeyi anında listeleyebilen ama o klişelere de hayran insanlara cevher değerinde bir senaryoya sahip olduğu için.

2) Fragmandaki o 'hmm bildiğin teen-slasher ama bu sefer ufak bir değişiklik var hikayede' havasından ötürü filme gayet bilge bir edayla ne izleyeceğinizi bilerek gidiyorsunuz. Filmin şaşırtacak kısmının o olduğunu sanıyorsunuz. 'Aaaa aynı Cube gibi, Saw gibi, masum gençler araçlı gereçli tuzaklı düğmeli tuşlu mekandan kurtulmaya çalışcak' diyorsunuz. Henüz ikinci yarıda olacakları bilmeden böyle düşündüğünüz için açık ve net GÖT oluyorsunuz. İkinci yarıda sınır tanımıyor film. Yıl olmuş 2012, görmediğimiz veya tahmin edemeyeceğimiz şey kalmadı sanıyorken, bir korku filmi insana 'nasıl ya?' dedirtir mi? Şaşırtır mı? Cabin in the Woods şaşırtır. 

3) Goddard ve ekibi filmi yaparken o kadar çok eğlenmiş, o kadar güzel kendini ciddiye 'almamış' ki, filmden çok şık bir luabalilik, bir küstahlık, kendini bilmez derecede espriye bulanmış bir absürdlük akıyor. Seyirci de bu geyikleri sırıtarak izliyor. Tüm bu 'tuhaf'lığına rağmen üç beş yerde son derece başarılı bir şekilde korkuttuğu için.

4) Şu soruyu sorduğu için: Bir korku filmi izlerken koltuğunda gevşek gevşek 'Ulan o kadar da aptal olamazsın, oraya tek başına gidilir mi?' diye aşağıladığın o aptal sarışın, hakkaten gerizekalı olduğu için mi onu yapıyor? Yoksa kurban olduğum korku türü onu yapmasını şart koştuğu için mi?

5) Kafayı sıyırmış o dahiyane sahne için. İzleyenler anlayacaktır neyden bahsettiğimi. Olağanüstü.

BURDA SPOILER VAR

--

6) Sadece korku türünün değil, tüm sinema fanlarının önünde saygıyla eğileceği Sigourney Weaver'ın cameo'su ve geldiği gibi kafaya baltayı yiyip gitmesi gibi bir sürprize sahip olduğu için.

--

SPOILER BİTTİ

Yazı da bitti. Şimdi kapayın çenenizi ve izleyin şu filmi.

Elindekinin ne olduğunu sormayın, gidin izleyin :)

4/21/2012

THE AWAKENING / BATTLESHIP

Battleship: Rihanna hiç bu kadar çirkin olmamıştı, bu bir, Sadece görsel efekt izlemek amacıyla gittiği bir filmde bile insan hayal kırıklığına uğrayabiliyormuş, onu da öğrenmiş olduk, bu da iki :) E bu yaz yeni bir Transformers filmi yok, haliyle Hasbro ve Hollywood boş durmayacaktı. Elbette bunu koyuverdiler önümüze. Yine aynı 'karizmatik' ses efektleri ve ışık oyunları ile seyirciye bir 'aşırı doz' durumu yaşatılmaya çalışılmış. Zaten bunun için bu filme bilet almış bir kadroyla izledim filmi, birimiz bile memnun ayrılmadık filmden. Rihanna'ya "what the hell is that?" ve "yes, sir" dışında bir iki replik daha yazılsaymış iyi olurmuş bir de. Bu tarz filmlere sadece görsel ve işitsel kaygılarla gidilmesi gerektiğini biliyoruz, bu o açıdan da tatmin etmedi. Otur, sıfır.

The Awakening / Öbür Dünyadan: Hemen filmi izlemeniz için sebepleri dizeyim: 1920'ler İngiltere'sindeki o yatılı okulun mükemmel atmosferi, yönetmen Nick Morphy'nin ilk filmi olmasına rağmen duygusal bir hava yakalayabilmiş olması ve merak duygusunu son ana kadar diri tutabilmiş olması, hayalet hikayelerini sevenleri tatmin edici klişelere ek olarak yaratıcı şeyler eklemesi (oyuncak ev sahnesi, çocukluk travmasına geri dönüş sahnesinin çekim şekli, bazı diyaloglar ve finaldeki 'the orphanage / el orfanato'yu hatırlatan duygu yoğunluğu), başrolde Rebecca Hall olmak üzere iyi seçilmiş ve oynamış oyuncu kadrosu. Hadi şimdi gidin filmi izleyin. Geçenlerde Harry Potter'ın pincosunun oynadığı Woman in Black'ten sonra bence daha iyi bile gelecektir.


4/18/2012

CHRONICLE / THE DIVIDE / THE GREY

Gerçeküstü / Chronicle: Perdede çok iyi kotarılmış görsel efektleri için, el kamerasının o "tehlikenin tam ortasında" hissini bir iki yerde çok iyi verdiği için, beklemedikleri bir anda süper güçler edinen 3 arkadaşın başlarına gelebilecek şeyleri en doğal ve gerçekçi haliyle anlattığı için, uçma yeteneklerini ilk test ettikleri an ve başardıkları anın orgazmik keyfi için, tüm klişeleri başarıyla yerine getirip (gerçi New York veya San Francisco klişesi yok, bu sefer mekanımız Seattle), bazı yerlerde güldüren iyi esprileriyle keyifli bir pop corn seyirliği olduğu için izlenmeli. 

Aksi takdirde her süper kahraman filminde çığır açan bir senaryo bekliyorsanız, her Hollywood filmine "aman bu da klişedir kesin" diye tereddütle yaklaşıyorsanız, içeriği derin filmler dışında sinemanın keyif vermediği düşüncesindeyseniz, denemeyin bile. Paranızı sevdiğiniz bir filmin DVD'sine, vaktinizi de Demirkubuz'un filmlerinde kapılara yüklendiğini sandığınız ama aslında olmayan anlamları anlamaya çalışarak harcamanız daha mantıklı olacaktır, bilginize.

Mahşer Günü / The Divide: Frontiers isimli 'efsane'den hallice filmin yönetmeni Xavier Gens'in son filmi. Yine stilize vahşet, yine mükemmel müzik kullanımı ve hatta yine bir saç kesme sahnesi ile karşı karşıyayız. Bu adamın saç kesme ile nasıl bir davası var, çözmek lazım. Film şöyle: New York'ta bir nükleer saldırı sırasında 9 yabancı, yaşadıkları binanın bodrum katına sığınırlar. Yıkım dışarda mıdır, yoksa birbirini tanımayan bu insanların sığındığı klostrofobik bodrum katında mıdır, 2 saat boyunca bunu izliyoruz.

'Post-apokaliptik' lafını görünce kocaman kitlesel yıkım sahneleri veya dekorlar beklemeyin. 120 dakikanın 116'sı bodrum katında geçiyor, rakamları abartmak için vermedim, hakkaten öyle. Bazen ' ulan o zaman dizi olsaymış ya bu?' dedirten klip tadında melodramatik anlarla, bazen bayık diyaloglarla, bazen tırmanan gerilimle, bir şekilde sürekli bu bodrumdayız yani. Benim gibi 'geniş açı yıkılmış şehir manzarası' fetişlerine filmin sonunda çok ufak bir ödül de var. Filmin eksik yanı çok, yine de karanlık atmosferi, müthiş renkleri, bir iki karakterin yaşadığı teknik açıdan şahane fiziksel değişimi, sonlara doğru iyice tırmanan merak duygusu ve elbette 'melankolik-ama-aynı-zamanda-kan-gövdeyi-götürüyor' havası gibi önemli artıları var. Daha çok 'KAN' istiyoruz Gens abi, daha çok.

Gri Kurt / The Grey: E Liam Neeson film boyunca bilge adam pozisyonunda uçak kazasından hayatta kalanlar grubunu bir oraya bir buraya sürükleyip duruyor yahu? Uçak Alaska'ya düşmüş, şartlar o kadar imkansıza yakın ki, ağızdan veya burundan solumak yetmez olmuş, bir de üstüne taaa the day after tomorrow'daki yapay kurtlardan bile daha yapay alpha kurt ve yarenleri 'burası bizim mıntıka lan, basın gidin' diye bunlara musallat olmuş, Liam Neeson tipinde biri bilge bilge konuşacak, ne yapmamız gerektiğini söyleyip duracak, valla hiç durmam hazır da beynim soğuktan donmuşken adamın boğazını kesiverirdim oracıkta. Neyse, filme dönelim. Üç beş kişinin zorlu şartlar altında hayatta kalmaya çalışması Hollywood'un bu aralar ekmeğini bolca yediği klişelerden birisi. Klişe dediğin şey, işe yaradığı için klişe olmuştur ona da lafım yok ama bu filmde bazı yerler çooook sıkıcı geldi bana. Kurtların saldırıları ve saldırı şekilleri, karşılaşılan zorluklar vs ilgi çekici değil. Beni istisnasız her filmde etkileyen "duygusal flashback sahneleri" bile bu filmde bayık oldukça. Bunu izleyeceğim Vertical Limit'i izlerim daha iyi. Onda kurt yok belki ama kar var, soğuk var, heyecan var, gerilim var. Var da var.

4/16/2012

FESTİVALDEN AKLIMDA KALANLAR

Yalnız Gezegen'in yönetmeni Julia Loktev
Aslında çok film izlemedim, tamamen kendi beğenime göre seçtiğim filmlerdi bunlar. O yüzden 'allahım çok avrupai ve sıkıcı' filmleri genelde direkt eliyorum:)) Ödül kısmı pek umrumda olmasa da, izlediklerim arasından 'Yalnız Gezegen / Loneliest Planet'ın ödül almış olması güzel, çok beğendiğim bir filmdi.  Kafkas Dağlarının hem huzur, hem de klostrofobik bir tedirginlik hissi veren manzaraları içinde, sürükleyici bir hikayesi olmasa da genç bir çiftin yabancı bir ortamda, yabancı bir rehberle ilişkisini, güven gel gitlerini gayet şık işleyişiyle beni baya sarmıştı film. Gittiğim diğer 20 kadar film arasından tekrar bahsinin geçmesinin gerekli olduğunu düşündüğüm filmleri de buraya yazdım, buyrunuz efem; 

The Travelling Players / Kumpanya: 3 saat 50 dakikalık ’75 yapımı bir Angelopoulos transatlantiği. 2.Dünya Savaşı dönemi Yunanistan’dan geçen faşist ve komünist rejimi, şehir şehir dolaşan tiyatrocuların gözünden anlatan aşırı yorucu bir film. Alışageldiğimiz 'diyalog' çok az. Onun yerine şarkı var, marş var, balkondan halka seslenme var, kameraya dönüp 20 dakika konuşan oyuncular var. Salondaki insanların yarısı çıktı filmden. Ben direttim. Müsamere oyunculuğa, takip etmesi zor anlatıma, beni hiç çekmeyen Yunan müziklerine (akerdeon mudur ne zıkkımdır) rağmen beğendim de. Üç beş yerde çok feci dokunduruyor film. İnsanın budalalığını da çok güzel kafana kafana vuruyo böyle. 

Monroe'nun en şirin anlarından birisi
Prens ve Şov Kızı / The Prince and the Show Girl: Beyazperdede ilk Marilyn Monroe tecrübem! Film vasatın çok üstünde diyemeyeceğim, bir yerden sonra büyük bir tempo sorunu baş gösteriyor. Fakat perdede Monroe varken film pek umrumda değildi açıkçası, kadını izlemek müthiş bir keyifmiş! Filmde karşıma ilk çıktığı an yüzümde kontrol edemediğim bir gülümseme oluştu, hatırlıyorum. Michelle Williams’lı My Week with Marilyn bu filmin çekimleri için İngiltere’ye giden Marilyn’in bir haftasını anlatıyordu, iki filmde birebir paralel sahneler görmek de çok şirindi. 



Çöllerin Kraliçesi / The Adventures of Priscilla, Queen of the Desert: Guy Pierce’lı, Hugo Weaving’li ve Terence Stamp’lı 94 yapımı bir müzikal / yol filmi. 2 Drag Queen 1 Travesti, Avustralya çölleri. Daha önce çok izlemiştim ama bir de sinemada görmek şarttı o enfes ötesi çöl karelerini, dansları ve kostümleri. 

Baskın / The Raid: Dövüş / Aksiyon filmi deyip küçümseyerek geçilmemesi gereken bir yapımdı bu. Bir karesi için, 2 dakikalık bir kapışma için nasıl emek ve zaman harcandığıni anlatmam mümkün değil. Kareografiler, üzerine çalışılmış detaylar ve salonu tuhaf kahkaha ve keyif çığlıklarına iten 'bitmeyen final kapışması' ile izlemeye kesinlikle değer. 

Brody de az ağlamıyor filmde
Kopma / Detachment: Ağlamaktan izleyemedim. Tamam kolay ağlıyorum ve ağlatmak pek de iyi gözle baktığımız bir kriter değil ama "dram" abi bu, adı üstünde. Acıtasyon yapmadan, Mahsun Kırmızıgül ekolünden bir anlatımı olmadan ağlatıyorsa iyidir:) Adrien Brody, Lucy Liu ve James Caan gibi çok pop corn duran bir oyuncu kadrosu var belki ama cinsel istismar konusunda, ebeveyn – ergen iletişimsizliğinde, öğretmenlerin sıkıntıları konusunda film nasıl acımasız... 'Anne baba olmanın bir ön koşulu olmalı, bunu evde denemeyin diye mesaj veren dersler olmalı' gibi çok iddialı ve tartışmaya açık bir ifade bile yer alıyor filmde. Festivalde beni en etkileyen film buydu. 

bkz.: görsel zirve vol. 1
Şeytan Adasının Kralı / King of Devil’s Island:  Islahevindeki ağır koşullar ve kötü muameleden kaçıp özgürlüğünü geri kazanmaya niyetli bir çocuk mahkum, zalim gardiyanlara ve müdüre kafa tutar ve bir direnişin tohumları atılır. Çocuk oyuncular kusursuz, Norveç kışı background buz gibi ve hikaye müthiş sürükleyici. İlk bölümlerin temposu yavaş olsa da sûürükleyici anlatım ve hakikaten enfes çocuk oyuncular sayesinde gerilimi,n tırmanmaya ne zaman başladığını fark etmiyorsunuz bile. Özellikle sonlara doğru çıkan ayaklanma, kaçış ve buz tutmuş denizden geçme sahnesiyle film zirve yapıp son derece tatmin olmuş bir şekilde gönderdi bizi salondan. 

François
Güzellik / Skoonheid: Güney Afrika’da geçen bir ‘evli adamın bastırılmış eşcinselliği’ hikayesi. Boktan olur, bir iki hoş detayla süslendirilmiş sıradan bir ilişki filmi olur sanıyordum ama adamın takıntılarına, içinde ve dışında yaşadığı inkara ve geç gelen arayışına güzel odaklanmış, yakın çekimlerde sempati duymamakta zorluk çekerken anlamaya çalıştığımız François karakteri üzerinden derdini anlatmaya çalışan, bazı yerlerde insanın kanını donduran anlarıyla güzel bir filmdi. Sonunda yaşanan hadisede tüm salonun ağzı açık kaldı mesela. 



Lal Gece: Reis Çelik veya İlyas Salman ile ilgili bir sıkıntım yok, filmin tek mekanda geçeceğini de tahmin ediyodum zaten, ona da hazırlıklıydım ama Salman'ın skandala doğru yaklaşan abartı 'sahne' oyunculğu ve filmden önce yapımcı ekibin de açıkladığı gibi 'bi liseden buldukları' küçük gelini oynayan kızın rezalet oyunculuğu bana çok battı film boyunca, resmen kasım kasım kasıldım "daha ne kadar kötü olabilir" diye. Böyle tek mekanda geçen, sadece 2 oyuncusu ve onların diyaloglarından ve gerdek odasından güç alması gereken bir filmde iki oyuncudan da, bazı özensiz diyaloglardan da rahatsız olunca filmi sevemedim haliyle. 

Babamın Sesi: Festivalde yarışan bir diğer yerli yapım da buydu. Alevi ve kürt kimliği sorunsalına değindiği için izlemeyi seçmiştim ben gerçi. Lal Gece gibi sadece 2 oyuncu üzerine kurulu bir film, ama onun aksine oyunculuklar gayet iyi. Sıfır müzik, sıfır dramatizasyon, gayet gerçek ve belgesele yakın bir anlatımla çarpıcı olmayı başardı benim gözümde. Bir iki tane de nokta atışı espri vardı filmde. 

Memleket / TerraFerma: İtalyan yapımı bir film. Güney İtalya'da geçiyor. İlk kısmında özellikle de başroldeki gencin facia performansı ile sürünse de Afrika'dan gelen kaçaklar ve kasabada yaşayanların onlarla ne yapacakları da söz konusu olunca film kendine geliyor. Gayet dramatik anlar birbirini kovalıyor falan. Koca dünyanın utancı Afrika sorunu kilometrelerce öteden gelip kendi kıyılarımızda karaya vurup yüzeye çıksa da görmezden geliyoruz. O 'karaya vurma' sahnesi batılı insanda utanç uyandırmalıyken, kumsaldakilerde sadece heyecan, zavallıya yardım edip vicdan rahatlatma ve 'heyecanla izlenecek bir şey' enteresanlığı uyandırıyor ve koltuğunuzda kısa süreliğine de olsa küçülüveriyorsunuz insanoğlunun yüz karası boktan bir şey olmasından ötürü. 

Engin Günaydın filmde çok iyi oynamış
Yeraltı: Başarılıydı bence. Demirkubuz Dostoevsky'den dem vurmaya devam ediyor. Bunda da Yeraltından Notlar'dan serbest esinlenme ile hastalıklarıyla, takıntılarıyla, eziklikleri ve galibiyetleriyle, egosuyla günümüz insanını anlatmış. Bir iki sahnesinde resmen ayağa kalkıp alkışlayasım geldi. Engin Günaydın tv'de hiç sevmediğim bir herif, bu filme de ön yargıyla gittim haliyle ama o da yeterince iyiydi. Kesinlikle görülmeli. Özellikle yemek sahnesindeki atışmalar çok çok lezizdi.  



Sadakatsizler / Les Infideles: Daha fazla yorum yapamayacağım film hakkında, mühim bir film değil aslında. Sadece bir foto koyayım, bu yazı da burda bitsin. :)
"yakışıklı var" dediler, geldik!

3/24/2012

THE HUNGER GAMES / AÇLIK OYUNLARI

Distopik konusu ve en sevdiğim filmlerden biri olan The Pleasantville'in yönetmeni Gary Ross tarafından yönetilmiş olması sebebiyle, bu filmi vizyona girdiği gün izlemeliydim. Öyle de oldu zaten. The Hunger Games'i henüz okumadığım için kitap veya kitabın filme aktarılışı hakkında yorum yapmam imkansız, o yüzden bu yazıda kitabın ismi pek geçmeyecektir diye düşünüyorum. 

Orda burda okumuşsunuzdur muhtemelen ama ben yine de biraz konusundan bahsedeyim: Karanlık bir gelecek tablosu içinde ismi Panem diye değiştirilmiş Kuzey Amerika'dayız. Renkli ve cıvıl cıvıl metropol hayatından, teknolojik nimetlerden çok uzaklarda, taşralardaki 'bölge'lere  hapsedilmiş, sosyo-ekonomik açıdan imkansızlıklardan kırılan hayatlar söz konusu. Her yıl geleneksel 'Açlık Oyunları' düzenleniyor. Bu oyuna her bölgeden (bölge sayısı toplamda oniki) çekilişle ikişer gönüllü seçiliyor. Fiziksel eğitim, tv şovları, lansman vs derken seçilen 24 ergen, oyunun oynanacağı arenaya gönderiliyor.Oyunu kazanmak için yapılması gerekenler ise oldukça basit: Gönderildikleri arenada doğaya, açlığa, diğer türlü zorluklara ve birbirlerine karşı savaşıp hayatta kalan son kişi olmak. Bu oyun sayesinde 'otorite' hem yıllar önce yaşanmış ayaklanma için bölgeleri cezalandırmış oluyor, hem de sadece bir kişinin hayatta kalmasına izin vererek, bastırılan ayaklanmadan sonra küllerinden doğan devletin yaşadığı sancılı süreci sebep olanlara hatırlatmış oluyor. Oldukça karanlık bir tablo var kısacası. Tel örgülerin ötesine gizli gizli geçip, ceylan vs avlayarak ailesine bakan 12 no'lu bölge vatandaşı Katniss, küçük kız kardeşinin oyuna gönderilmesini engellemek için onun yerine gönüllü oluyor.

İşte böyle bir hikaye söz konusu olunca, baş karakteri oynayacak oyuncunun yüzü çok büyük önem kazanıyor. İzleyen veya hatırlayan var mı bilmiyorum ama Winter's Bone'da başrol ve X-Men First Class'ta Mystique'i oynamış Jennifer Lawrence, bu filmde, kocasını yitirdiği için dünyayla bağlantısı zayıflamış annesine destek olan, küçük kız kardeşine sahip çıkmayan çalışan ve ormanda avladıklarıyla kendisini ve ailesini hayatta tutmaya çalışan Katniss'i oynuyor. Katniss yayını ve okunu her eline aldığında, 'oyun'un geçtiği ormanlık arenada attığı her yalnız ama cesur adımda, Lawrence'ın o yüzüne sempati duymamak, karakterle çok güçlü bir bağ oluşturmamak ve ciddi manada umursamamak daha da imkansızlaşıyor. Bu tarz survival/hayatta kalma hikayelerinde, seyirci ile ana karakter arasında güçlü bir bağ oluşmazsa, koca film çöpe gider. İsterse dünyanın en muhteşem senaryosuna sahip olsun, yine işe yaramaz benim gözümde. Fakat 'Açlık Oyunları' Lawrence'ın yüzü ve oyunculuğu sayesinde bu konuda sıkıntı yaşamıyor. Diğer oyunculardan da bahsetmek gerekirse; Donald Sutherland, Woody Harrelson, Elizabeth Banks, Stanley Tucci ve Lenny Kravitz gibi çok ünlü isimler de küçük rollerde gayet sağlam performans göstermişler. Özellikle topuz yapılmış uzun mavi saçlarıyla, hal ve tavırlarıyla asabınızı kolaylıkla bozacak televizyon sunucusu rolünde Stanley Tucci, kariyerini kolları sıvalı gömlek giyen, pantolon askısı takan patron/borsacı/doktor/husband tiplerle devam ettirmek zorunda olmadığını idrak etmiş, güzel olmuş.

Popüler kitapların popüler filmlere dönüşmesi çoğu zaman sıkıntılı oluyor. Bu yüzden her 'Açlık Oyunları' dendiğinde 'Twilight'ın da ismi geçiyor. Fakat içiniz rahat olabilir, bu film sadece babyface erkek sevdalısı 10 yaşındaki kız çocuklarına hitap eden bir film değil. Total Film'in de belirttiği üzere bu serinin veya filmin 'Twilight' ile uzaktan yakından alakası yok. 'Açlık Oyunları' da içersinde kaçınılmaz olarak 'filizlenen bir aşk hikayesi' barındırıyor belki, fakat bunu anlatırken gerzekleşmemesi, görsel efektlerde ucuza kaçmaması, mekanları ve mükemmel müzikleriyle daha başladığı an seyircisini karanlık distopik atmosferine çekmesi gibi KOCAMAN artılara sahip. Özellikle Katniss'in oyun için gönüllü olmasından, oyun günü arenaya çıktığı ana kadar geçen ilk bir saatlik kısmın muhteşem temposunu da hatırlatayım. Kameranın pahalı Hollywood yapımlarına zıt, umursamaz hareketliliği (Bu metni filmden 2 gün sonra yazıyorum, film günü kitabı da satın almıştım ve 2 gündür okuyorum. Türkçe çevirisinde durum nedir bilinmez ama kitabın yazarı Suzanne Collins, hikayesini 'geniş zaman' ve 'şimdiki zaman' kullanarak anlatmış. Filmdeki hareketli kamera kullanımı şimdi daha bir anlam kazandı benim gözümde) ve sürekli atmosfer pompalayan müziklerle birlikte baş döndürücü bir hal alan tempo, oyunun başladığı sahnede müthiş gerilimli 50 saniyelik bir gerisayım ile doruğa ulaşıyor. Oyunun başladığı anı çekmek de bir yönetmen için çok zor olsa gerek. Birbirine son derece keskin silahlarla saldıran 24 genç düşünün, filmin yaş sınırı itibariyle 'vahşet' ve 'kan' gösterme konusunda çok cömert olamayacağını da göz önüne alın. Yine de Gary Ross insanın kanını donduracak küçük detaylarla o dehşeti seyirciye ulaştırabilmiş, bu sahneyi gayet başarılı biçimde çekebilmiş. Hiç beklemediğim kadar güzel çekilmiş dokunaklı sahneler de yok değil. Halisünasyon ve flashback sahneleri enfes. 'Rou' isimli minik karakterin başına gelenlere ve sonrasında olanlara dikkat, beni gayet açık ve net bir şekilde ağlattı valla ne yalan söylim.
Kısacası her şeyiyle inanılmaz sürükleyici bir film 'The Hunger Games'. Filmin sonu çok aceleye gelmiş, üç beş sahne üst üste atılmışçasına bir telaşla bitiyor film, onun yerine mesela bi 45 dakika daha uzun sürse ve hem metropol bölgeleri, hem de taşralardaki 'bölge' hayatını biraz daha anlatsaydı aldığım keyif çok daha orgazmik boyutlara ulaşabilirdi. Ben bu kadar iyi beklemiyordum bu filmi, yılın erken 'hit'lerinden birisi kesinlikle.

Suzanne Collins'in video röportajı, nelerden esinlendiğini anlatıyor: http://www.scholastic.com/browse/video.jsp?pID=1640183585&bcpid=1640183585&bclid=1745181007&bctid=1840656769

Yönetmen Gary Ross ve Suzanne Collins röportajı:

3/18/2012

İSTANBUL FİLM FESTİVALİ 2012, Hangi Filme Neden Bilet Aldım?

Kendi elceğizimle çizdim hiç üşenmeden, bunun bi de 2. Haftası var :)
Yeraltı: Zeki Demirkubuz’un sevdiğim filmleri var. Bu filmi seçmemin sebebi ise tek seansa konulmasıyla yaratılmış sahte festival heyecanı veya Demirkubuz fanlığı falan değil. Demirkubuz, bu filmin ana karakterini Dostoevsky’nin ‘Yeraltından Notlar’ından esinlenerek yazmış. Beni duvarlara çarpmış bir romandır. Bu yüzden çok merak ediyorum. Gerçi Sarp Apak'ın oynadığını duyunca bir heves kırıklığı yaşamadım değil.

Kumpanya / The Travelling Players: Angelopoulos’a saygı duruşu amacıyla festivalde yer bulsa da, benim asıl gitme amacım kendimi test etmek. 1975 yapımı, 230 dakikalık bir filmi sonuna kadar izleme sabrını gösterebilecek miyim diye merak ediyorum. Sinema sevgim ve entellik düzeyim muhtemelen 100 dakika dolmadan çıkacağımı gösterse de, ümitliyim :)

Hoşça Kal/Be Omid E Didar: Yönetmen Mohammad Rasoulof’un kısmen kendi hikayesini anlattığı bir film. Genç ve hamile bir avukat, Tahran’dan ve ülkesinden çıkabilmek için vize almaya çalışmaktadır.

Priscilla Çöller Kraliçesi /Queen of the Desert: Müzikalden nefret ettiğim halde beni kendine aşık etmiş bir filmdi bu.  Bu defa beyazperdede görmek istiyorum o enfes Avustralya çöllerini ve Oscar’lık kıyafetleri.

Lal Gece: Reis Çelik ismini unutmam. Unutamıyorum daha doğrusu. ‘Hoşçakal Yarın’ sinemada izlediğim ilk politik dramdır, babam götürmüştü. Konu Anadolu’nun çocuk gelinleri. Oynayan da İlyas Salman.

 Prens ve Şov Kızı / The Prince and the Showgirl: Bir ay önce izlediğim şahane My Week With Marilyn, 'The Prince and the Showgirl'ün çekimleri için İngiltere’ye giden Marilyn Monroe’nun bir haftasını anlatıyordu. My Week...'ten sonra bunu izlememek olmazdı. İlk kez sinemada Monroe izlemek çılgın bir tecrübe olacak bu arada.

Baskın/The Raid: Fragmanı enfes. Boru gibi bir aksiyon ve adrenalin için ideal. Dev keyifli olacak bu.

Tepedeki Ev/Kokukiro Saka Kara: Spirited Away, Princess Mononoke ve Howl’s Moving Castle gibi efsane filmlerin  yönetmeni ve yazarı Hayao Miyazaki’nin oğlu Goro Miyazaki’nin filmi. Merak etmek için başka bir sebebe gerek yok bence.

Sadakatsizler/Les Infideles: İlişkiler, ihanet vs hikayeleri. The Artist ile ödülleri toplayan Jean Dujardin oynamakla kalmamış,  Michel Hazanavicius ile birlikte yönetmenler arasında yerini almış.

Aşkın Karanlık Yüzü/The Deep Blue Sea: Başrolde Rachel Weisz. Yeterli sebeptir. Bir aşk üçgeni muhabbetleri.

Güzellik/Skoonheid: Eğer yanlış hatırlamıyorsam 200 film arasında eşcinsel içerikli olan tek film bu. Bir Güney Afrika dramı.

Michael: Konusu bildiğin arıza: Bir pedofil, 10 yaşındaki bir çocuk ve bir bodrum katı. 5 ay. Bunun altından nasıl bir sapıklık çıkacak diye merak ediyor insan.

Gökyüzünde Bir Ayna/Katmandu, un Espejo en el Cielo: Katalan bir öğretmenin Nepal’de geçen hikayesi. Even the Rain’i Oscar’a aday olan Iciar Bollain’in yönettiği bu İspanyol film, listeme ‘multiculturalism/çok kültürlülük’ kategorisinden giriyor.

Şeytan Adasının Kralı/Kongen av Bastoy: Karlı bir Kuzey Avrupa dram/aksiyonu. Bir ıslahevinden kaçış planına ve gaddar gardiyanlara karşı ayaklanmaya liderlik yapan bir çocuğun öyküsü. 

Yalnız Gezegen/The Loneliest Planet: Kafkas dağları, gezi amaçlı gelmiş genç bir çift ve onlara yol gösteren Gürcistanlı bir rehber. ‘Gerilim’ diyor tür olarak. Merakla bekliyoruz :)

Kahraman/Hero, Kaplan ve Ejderha/Crouching Tiger Hidden Dragon, Beyaz Saçlı Gelin/The Bride With White Hair, Zamanın Külleri/Ashes of Time, Parlayan Hançerler/House of Flying Daggers: Bunlardan üç tanesini zaten sinemada izlemiştim.  O büyüyü tekrar yaşamak istiyorum. İçinde aksiyon barındırsa da, öncelikle mekan&renk kullanımıyla ve tuhaf şiirselliğiyle insanı çarpan bu ekolden filmlerin hastasıyım.

3/08/2012

2011 - EN İYİ FİLMLER TOP 30



Öncelikle belirteyim; bu bir ‘film analizinde mükemmel olduğum için, hangisinin en başarılı olduğundan da çok iyi anlarım’ listesi değil. Yani bu listede son sırada yer alan film, listenin birincisinden daha kötü bir film olmak zorunda değil. Herkesin ‘ortalama’ bulduğu bir filmi ben baç tacı yapmış da olabilirim. Tamamen subjektif bir liste bu. Aşırı kişisel. Kitlelerin aynı doğrultuda olan yorum ve beğenileri üzerine değil de, benim saplantı ve fetişlerim üzerine kurulmuş bir liste.

Biraz tuhaf da oldu aslında. 2011 listesi olduğu halde, içinde 2010 yılında çıkmış ama Türkiye’de 2011 yılında gösterilmiş filmler de var. Bunlar arasında Incendies, In a Better World ve Biutiful da var. Black Swan direkt zirveye oynar diye onu koymadım mesela listeye. Bilemedim yani, garip. Böyle tuhaf işte. The Iron Lady’yi izlemedim. Tinker Tailor Soldier Spy’ı –itiraf ediyorum- 25 dakika sonra bıraktım, devamını da getiremedim. Sevdiğiniz filmler üst sıralarda yer alamamışsa veya listede yoksa lütfen kafama falan vurmayın. Yazım yanlışları falan varsa kusura bakmayın, tekrar bi kontrol etme şansım olmadı. 


30) The Next Three Days: Ne? Russell Crowe'lu aksiyon filmi mi? Dalga geçiyor olmalıyım! Oysa gayet ciddiyim. Orjinalini izlemedim ama bu süper bir Hollywood remake'idir bu benim gözümde.  Adamın eşi cinayetle suçlanıp hapse atılır. Suçlu olduğuna inanmadığı için, kadını hapisten kurtarmaya kararlıdır. Diken üstü kaçış tasarım sahneleri, tempolu kovalamaca sahneleri ve dokunaklı anlar vs derken gayet sürükleyici ve tırnak yedirtici bir Paul Haggins (Crash, 2004) filmiydi. Ayrıca: Düzgün soundtrack, sen nelere kadirsin. 


29) The Ides of March: Ryan Gosling, her yerdesin! Şikayet etmiyorum, sadece belirteyim dedim :) Başta temposuyla beni soru işaretlerine boğan, buna rağmen gayet de sonuna kadar izlediğim bir filmdi. Politik gerilim değil, hafif bir dramdı bu. Seçim hadisesine, demokratlara ve cumhriyetçilere eleştirel bir bakış atan tanıdık bir hikayesi vardı ama yine de izletmişti kendini. Bayadır P.S.Hoffman'a hasrettim bu arada, bu filmde ve Moneyball'da resmen sneak peek şeklinde tadı damağımda kaldı, hala hasretim. 

28) Beginners: Filmekimi dahilinde izledikten sonra 'vay be, yeni yetme festival izleyicisiyim ama iyi film seçiyorum' dedirtmişti bana. Orta yaştasınız, başınızda sanki yeterince dert yokmuş gibi babanız size önce ölümcül bir hastalığı olduğunu, ardından da eşcinsel olduğunu açıklıyor! O baba rolünde en iyi yardımcı erkek dalında Oscar alan Christopher Plummer, onun sevgilisi rolündeki ER'dan tanıdığımız Goran Visnjic ve başrolde Ewan McGregor oyunculuklarıyla bu şirin komedramayı bir üst seviyeye çekiyordu. Sahibine altyazılarla yanıt veren köpek de en az The Artist'de oynayan köpek kadar başarılı ve tatlıydı :)

27) Warrior: Gay. Şaka şaka. 'Tom Hardy’nin ekstra şişmiş boyun kaslarından başka bir şey yok, dövüş sporları fanları abartıyor herhal' diye oturmuştum Warrior’ın başına.  Cümleden anlaşıldığı gibi sinemada izlememişim bunu, evet. Havada uçuşan yumruklar, tekmeler, arkadan ringdeki dövüşçüsünü ateşleyen antrenör ve gözü dönmüş seyirciler vs herkese göre değil elbette. Fakat Warrior’ın neden izlenmesi gereken bir film olduğunu  iki kardeşin ringde karşı karşıya geldiği final sahnesinde anlıyorsunuz. Kesinlikle izlemeye değer bir film.

26) Contagion: İnsanlar sanki bunu pek beğenmedi? Bana da öyle geliyor olabilir gerçi. Bir salgının yayılışını alışık olduğumuz yöntemle (28 days later ve weeks later izlemek ister gönül, siz ne çılgın filmlerdiniz arkadaş) anlatarak değil, daha çok insanların eline, yüzüne, söylediklerine yapışan korkuya ve paranoyaya odaklanarak anlatarak dikkatleri çekiyordu. Benim dikkatimi çekmişti en azından. Konu salgınsa, Matt Damon'a rağmen 2-0 önde başlıyor bende filmler, napiym.


25) 50/50: Bu filmi kafamda sürekli şu lafı çevirerek izlemiştim: People are better than no people. Türkçesi 'Birilerinin olması, hiç kimsenin olmamasından daha iyidir' gibi bir şey. İnsan en istemediği anında bile yanında sürekli birilerini ister mi acaba? Bu soruyu sorup duruyordum film boyunca. İsminden de anlaşılacağı üzere filmin sanki yarısı dram, yarısı da Seth Rogen odaklı komedi gibi dursa da, aslında bir kişinin omuzlarına  binen yükün başkasıyla fifty fifty paylaşılması ihtiyacını izliyorduk. Sonlara doğru artık kendi en yakın arkadaşımı ameliyata gönderiyormuşçasına karakterini umursatan, yer yer ağlatan bir filmdi.

24) The Descendants: About Schmidt'e bayılırım. O yüzdendir ki Yönetmen Alexander Payne'i severim. E şimdi Payne diyosun, Sideways'ten bahsetmen gerekmez mi? Gerekir. Fakat Paul Giamatti dabbetül arzından ötürü henüz o filme elimi bile sürebilmiş değilim. The Descendants ise biraz Hawaii, biraz gömlekli / şortlu Clooney (her zaman demişimdir, ben daha yakışıklıyım hehe), biraz iyi hissetmek, biraz buruk hissetmek şeklinde özetlenebilir. Abartıya kaçmadan, derdini çok net anlatan ve serin bir rüzgar gibi değip giden bir film The Descendants. 

23) My Week With Marilyn: Bu sene Hugo ve The Artist ile birlikte bana içimdeki sinema aşkını, beyaz perde tutkusunu hatırlatan filmdi bu. Çok romantik bir laf oldu bu ama hakkaten öyle. Neyse. Marilyn Monroe’nun en mükemmel anları da, en dibe vurmuş anları da bu filmde. Monroe’nun kamera önünde ışıldayan popüler ikonu, kapalı kapılar arkasında insancıl sıradanlığa indirmeye çalıştığı halleri, Michelle Williams'ın mükemmel oyunculuğuyla ölümsüzleşiyor. Keira Knightley A Dangerous Method'da Sabina karakterini ne kadar kötü oynamışsa, Michelle Hanım da Monroe'yu o kadar iyi oynamış. Neden böyle alakasız bir karşılaştırma yapma gereği duydum bilmiyorum. Sanırım A Dangerous Method'ın ismi bir şekilde bu listede bulunmalıydı :)


22) Melancholia: Yalan yok, ben bu adamın filmlerini bildiğin anlamıyorum! Parmaklarına 'fuck' diye dövme yaptıran bir adamın filmlerinin de çok ciddiye alınmaması gerektiğini düşünüyorum, onu da söylim :P (Antichrist benim gözümde hala 10 üzerinden 0'dır mesela). Neyse, geyiği bırakalım. Devasa ön yargıma, bana göre skandal casting'e (Udo Kier, True Blood’ın seks -bakınız seksi değil, seks- erkeği ve Kiefer  Sutherland!) ve ilk yarıda kendini çok ciddiye alan şımarık yönetmenliğe rağmen ilk kez bir Trier filmini sevdim. Belki de o yüzden aldım listeye.   Afişi, bazı karelerin hakkaten mükemmel oluşu, ve 'melankolia gezegeni'nin dünyaya çarpması muhabbetini  (tekrar ediyorum, adamın satır araları benim umrumda değil) cidden beğendim. 

21) Moneyball: Brad Pitt'li filmler bana hep zor geliyor. Adamın oyunculuğundan ziyade 'celebrity' kişiliğine odaklanıp sürekli dikkatimi dağıtıyorum. Bu filmde bunu yaşamadım diyebilirim. Pitt, para sıkıntısı çeken beyzbol takımı Oakland Atlethics'e radikal değişiklikler getirmeye çalışan general manager Billy Beane'i mükemmel afra tafralarla, yüzünden okunan hırsıyla canlandırıp, benim karaktere odaklanmamı  kolaylaştırıyordu. Jonah Hill adisinin de yan rolde sessiz sakin 'döktürdüğünü' söylemek mümkün. Alışık olduğumuz o 'önce sıkıntılı dönem, zorluklar, ardından gelen zafer ve ver elini mutlu son' çizgisini takip eden spor filmlerinden oldukça farklı, çok gerçek bir filmdi diye aklmda kalmış Moneyball.

20) Rise of the Planet of the Apes: Orijinal Apes serisinin fanı değilim, Mark Whalberg'li 2001 yapımı ile de işim olmaz. Fakat bu film ile seriye olan sevgim 'oluştu' denebilir. Ayrıca San Francisco’da geçen filmleri sevemiyemiyorum (can’t NOT like durumları falan yani), öncelikle şunu bir kabulleneyim. Andy Sarkis'in Yüzüklerin Efendisi'ndeki Gollum performansından sonra burdaki Caesar performansı da  şapka çıkartılacak cinstendi. Caesar'ın insan eziyetine daha fazla dayanamayıp oluşturduğu ayaklanma, Golden Gate Köprüsü'ndeki aksiyon sahneleri ve her şeyden önemlisi Caesar'ın konuştuğu, 'Hayır!' dediği o anı hatırlatmakta fayda var. 

19) X-Men First Class: Bu seriye bayılıyorum. Yerden yere vurulan The Last Stand'i bile çok seviyorum. Hala arada bazı sahneleri açıp açıp izlerim. Origins: Wolverine'i ben de beğenmemiştim herkes gibi, fakat bu, seriye olan sempatimin zedelenmiş olduğu anlamına gelmez. First Class ise dozunda seçilmiş mutantları, 2.dünya savaşı ajan filmlerini anımsatan mükemmel aksiyonu / atmosferi ve Erik Lehnsehrr'in (Magneto) çocukluk sahneleriyle gayet etkileyiciydi. Hugh Jackman cameo'suna da ayrı bayılırım.

18) Paul: Simon Pegg’in yazdığı ve Nick Frost manyağıyla birlikte oynadığı en güzel film bu mu acaba? Değil tabii, abartma hemen. Belki bu filmde mükemmel cameo'lar, aklını yemiş espriler var ama Shaun of the Dead apayrı bir filmdi, şimdi onu bir kabul edelim :) Ama abi konuya gel yahu: İki çizgi roman 'nerd’ü Amerika’da Paul isimli bir uzaylıyla karşılaşır! Hem de uzaylı muhabbetinin dibine varmışlarken! Hem de Area 51'de! Öğrencilerine varsayımsal 'if'li cümleleri öğretirken ilk sorduğu sorulardan birisi 'what would you do if you met an alien from outer space?' (eğer bir uzaylı ile karşılaşsan, ne yaparsın?) olan bir İngilizce öğretmeni olarak, en sevdiğim ikililerden biri olan Pegg & Frost'un bu çalışmasını pohpohlamama izin verin lütfen!

17) Scream 4: Çığlık serisi de gözü kapalı hayranı olduğum serilerden. Triloji bittikten sonra devam etmeye çalışan seriler genelde iyi olmuyor, bu ise kendi çapında harikaydı. İlk üç filmi DVD’de izleyebilmiş birisi olarak bunda yaşadığım beyaz perde keyfinin de etkisi var elbette. Trilojinin artık kültleşmiş tüm karakterleriyle tekrar karşılaşmak, eski     dostlarla buluşmak gibiydi. Askerdeyken bir hastane vizitesinden sonra boktan bir Ankara AVM’sinde hayatında hiç yabancı filme gitmemiş bir asker arkadaşımla izlemiştim, herifi zorla götürmüştüm. Onun anısı da bu filme ekstra değer katmıyor değil :)

16) Life in a Day: 24 Temmuz 2010 günü hayat nasıldı? Bu filmdeki gibiydi. Filmekimi takvimine göz gezdirirken bunu görünce, dedim 'buna gidilmeli'. İyki de gitmişim. Enfes bir yapımdı bu, dünyanın onlarca farklı yerinden, onlarca farklı insana ait kısacık kesitlerden oluşan bir hayat kolajı. Sinemada 'ailecek oturmuşuz, geçen tatilde   çektiğimiz videoları tvde izliyoruz' havası yaratmasıyla, dünyanın en uç köşelerinden, en farklı ama tamamen tanıdık  hayatlara göz atmamıza izin vermesiyle beni inanılmaz sarmıştı. 250 farklı hissi çok hızlı ve karman çorman yaşamak için de idealdi. Bu yüzden bıraktığı tadı anlatmak zor olabilir.

15) Drive: Ryan Gosling ve Carey Mulligan’ın çekimlerden önce hap almış olduklarını düşündürtecek kadar abartı boyutta duru oynadığı, az konuşmalı, bol mimikli, bünyesinde tüm suç film ve oyunlarının mekan, karakter, diyalog vs klişelerini barındıran, enfes atmosferli, buz gibi bir film. Instagram'sal pembe/sarı kareleriyle aslında yeterince sıcak bir filmdi belki Drive. Yine de oyunculuklar ve anlatımından ötürü kesinlikle 'buz gibi' daha doğru. Müzikleri bu kadar başarılı olmasaydı şu yarattığı etkinin yarısını yaratabilir miydi, sanmıyorum. Soundtrack o kadar güçlü ki, koyduğum fotoğraf da soundtrack'in kapağı. O derece.

14) In a Better World: Evet, listede aslında bu sezondan olmayan filmler görmek tuhaf. 2010'a dair bir liste yapamamıştım (çok fazla izlemediğim bir dönemdi bu bir, askerdeydim bu iki, blogumla küsmüştüm bu da üç haha) o yüzden direkt zirveye oynayıp her şeyi alt üst edecek Black Swan hariç birkaç tane 'bunlar olmalı' dediğim filmi listeye koydum, hoş görünüz. Film boyunca kendi insanlığımdan utanıp, oto tamircisiyle yaşanan tokat olayında ve Sudan'da geçen sahnelerde Anton'un mavi gözlerine bakarak onu anlamaya çalışırken insanoğlunun neden var olduğunu sorgulamaya kadar gitmiştim.  In a Better World, en iyi yabancı film dalında bir önceki sene hem Oscar hem Golden Globe almıştı. 

13) We Need to Talk About Kevin:  Henüz anne olduğu gerçeği ile barışamamış bir kadının asla iyi bir diyalog kuramadığı oğlu en sonunda akıl almaz (akıl almaz biraz hafif kaldı, 'yürek kaldırmayacak' diyelim) bir şey yapar.  Hafızadan silinemeyecek kadar büyük travmatik parçalar hayatımızın en  küçük detaylarıyla tetikleniyor ve karşımıza çıkıp o anda yaşanan realiteyi alt üst ediyor ya, hah, bu da öyle bir film işte.  Düz gitme endişesi olmayan anlatımıyla izleyicide travmayı şiddetlendiren, mükemmel görselleri olan bir film. Bir annenin klasik “dünyaya bir canavar mı getirdim?” sorusunu, ve sorudaki ‘canavar’ı izleyip tartışın.

12) Bridesmaids: Aylarca afişe kanarak “2 saat süren, Bridget Jones tarzında bir komediye katlanabilir miyim?” diyip ayak sürümüş ve filmi izlememiştim. Ama bu tam bir kahkaha tufanı! Bu yıl en çok buna ve Paul’a güldüm. (Tabii sadece film kategorisinde en çok bunlara güldüm, söz konusu diziler de olacaksa bir numaram tartışmasız Community'dir) Zaten kaç filmde bir kadını gelinlik içinde afedersiniz altına yaparken izleyebiliyoruz ki? 'Güzel kadın', 'iyi kadın', 'yakın arkadaş', 'kıskanılan arkadaş' stereotiplerini alıp evire çevire alt üst eden çok şirin karakterleri de cabası. 



11) The Help: 2 saati aşkın süresi boyunca African-American bakıcı/hizmetçilerin, annelik konusunda genelde beceriksiz olan beyaz kadınların otoritesi altına yaşadıklarını, onların bakış açısından anlatıyor ve 60'ların Amerika suburb'lerine kısmen de olsa ışık tutuyordu. Sürükleyici atmosferini kısmen 'dış ses'e borçlu olan filmlerden bu da. En iyi kadın oyuncu dalında Oscar adayı Viola Davis ve en iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar'ını kazanan Octavia Spencer başta olmak üzere filmdeki tüm aktrisler göz yaşartıcı bir güzellikte oynamışlar bu arada.
10) The Skin I Live In: Almodovar’ın en 'çizgi dışı' filmlerinden birisi dersem çok mu iddialı olur bilemiyorum. Sınırları zorlayıp bunu bilim kurgu kıyılarında dolaşan bir film statüsüne bile koyabilirim. Almodovar, cinsiyet konusuna olan takıntısını, filmde Banderas'ın oynadığı karakter aracılığıyla akıl almaz bir boyuta taşıyor. Bir kelime de olsa konusundan bahsetmek istemiyorum. Cinsiyet ile ilgili izlenebilecek en sıra dışı, en hayranlık uyandırıcı hikayelerden birisini mükemmel kareler eşliğinde izlemek istiyorsanız bunu kesinlikle izlemelisiniz.


   9)Biutiful: Inarritu filmlerini hep beğenmişimdir. Hatta çoğunu gereğinden fazla puanlandırmış olabilirim (overrate’in türkçesi ne abi?) emin değilim. Inarritu filmleri arasından en “yerinde” casting bu filmde sanki. Oyunculuk ve mekanlardan hayvan gibi güç alan, önceki filmlerine kıyasla daha az acitasyon yaptığı halde çabucak sarıp sarmalayan sade dramasıyla, hafiften doğa üstü olaylara da dokunmasıyla beni mest etmişti. Mest kısmı yalan, "Mahv" daha doğru, mahvetmişti.

   8)The Tree of Life: Çok uzun süren filmlerle aram iyi değildir normalde. Bunu iki kere izledim ama. Melancholia’da Trier’in sadece filmin ilk bölümlerinde kullanıp bıraktığı “ağır çekim gövde gösterisi” bu filmde çok daha fazla  yer kapladığı için ve haliyle bazı yerlerde rastgele dizilmiş belgesel görüntüleri gibi durduğu için tartışmalara falan yol açtı. Diğer taraftan bana inanılmaz çarpıcı geldi. Bazı insanlara ‘görsel ishal’ gibi gelse de bu tarz şovlar benim için eskimedi henüz. Daha önce film için şuna benzer bir şey demiştim: ‘Hayatında en az bir kez, veya şimdi hala baba figürü ile çatışmış veya çatışan herkesin en azından bir kez şans vermesi gerektiğini düşündüğüm bir film’. Yönetmen Terry Mallick bile neyi nasıl çektiğini açıklayamasa da, bence mükemmeldi The Tree of Life.

      7) Hugo: “Films had the power to capture dreams" diyor. Filmler senin rüyalarını ele geçirir, o kadar güçlüdür diyor. Uzun süredir beni küçüklüğüme götürüp, hala etkilenebildiğim  o kitapların ve filmlerin var olduğu dönemde yaşama isteği aşılayan bir film olmamıştı. Buna  yakın bir hissi en son Lovely Bones, Pan's Labyrinth, The Fall veya Shyamalan'ın ksmen underrated, kısmen manasızlaşan Lady in the Water'ında hissetmiş olmam lazım. Küçükken dinlediğim hikayeler, onlar hakkında günlerce kurduğum hayaller vs...Hugo beni tekrar o döneme götürdü işte. Görselleri (tren sahnesi ve sonra Hugo’nun rüyasında gördüğü tren sahnesi mesela) ve naif anlatımı enfesti. Sinemaya ve edebiyata saygı duruşunun yanında; çocuk aklını, çocuk hayal gücünü ve merakını da yücelttiği için dev sempatimi kazandı. İnsanın değil kütüphanede sıcak çikolata eşliğinde kitap okuyası, direkt kütüphane olası geliyor bu filmden sonra.

     6) The Artist: Buna giderken çok önyargılıydım. “Ne! Siyah beyaz mı, diyalog da mı yokmuş? Hahaha çok dandik!” diye Demet Akalınsal bir tepki bile vermiştim fakat film benim gibi yüksek gürültü ve aksiyon düzeyi olan filmlerle büyümüş şımarık jenerasyondan birisine bile efendi efendi, hiç sıkılmadan kendisini izletmeyi bildi. Dans sahnelerini, yıllar öncesinde kalmış abartılı tiyatro sahnesi oyunculuğunu ve ‘ses’ ile ilgili bir iki sürprizini unutabilmek mümkün değil. Sinemanın ve oyunculuğun dönüm noktalarından birisinden bahsediyor oluşunu da hatırlatalım. Bu yıl Hugo ile birlikte içimdeki sinema ateşini tekrardan gözüme sokan bir filmdi The Artist. En iyi film ve en iyi yönetmen oscarlarını almasını istediğim film de buydu aslında, iyki de almış.

      5) Perfect Sense: Medeniyetin kendi elleriyle veya dış etkenler yüzünden sonunu getirdiği hikayelere zaafım var. Bu filmin bu kadar yükseklerde yer almasını mazur görün o yüzden. Bir salgın yüzünden insanlar duyularını sırayla kaybeder. Dünyanın –veya yaşadığımız kadarıyla medeniyetin- sona erişini farklı bir açıdan ele alan, başka birçok  farklı şekilde yorumlayabileceğiniz, yaylı çalgılar ve piyano eşliğinde beni açık ve net ağlatmış bir filmdir kendisi. Çok iyi temposu sayesinde 83 dakikayı su gibi içen, dış ses ile iyice kuvvetlendirilmiş  never let me go'sal atmosferiyle beni benden alan bir bi-ku/dramdı. M. Night Shyamalan bunu izleyip, film çekerken nerelerde hata yaptığını anlayıp, kendine çekidüzen vermeli. O derece yani.

      4) Take Shelter: Yarı melankolik, yarı kafayı sıyırmış bir Amerikan bağımsızı. Film önerilerini sevgiyle kucakladığım cici arkadaşım MegaVolkan sayesinde indirip izlemiştim filmi. Yetmeyince, !f Istanbul'da  izledim. Nisan'da da normal vizyonda tekrar gösterimde olacak sanırım,. Yine gider miyim, bilemiyorum. Satır aralarındaki  istediğiniz yöne çekebileceğiniz eleştrileri bir yana, peygamber ile şizofren arasında gidip gelen bir baba ile aslında bakılması devasa sabır, özen ve sevgi gerektiren bir çocuğun olduğu ailede diyalog sorununu izletmişti bana. Bunu izletirken dalgalanıp da durulamayan 'dünyanın sonu' fetişimi de beslemiş ve haliyle beni mest etmişti. Anne baba rolündeki Jessica Chastain (bu 30'luk listede üç filmi var: Take Shelter, The Tree of Life, The Help) ve özellikle Michael Shannon'ı  bi izlemek lazım.


    3) Incendies: Kanada’lı genç ikizler, anneleri öldükten sonra vasiyeti üzerine ortadoğuya, annelerinin doğduğu yere –filmde belirtilmemekle birlikte Lübnan-  giderler. Vasiyetnamede babalarını ve ağabeylerini bulmalarını istenmektedir. Sadece flashback’li ve dağınık örgülü anlatımıyla değil, 70-80’lerde ülkenin içinde bulunduğu iç savaşın kafayı sıyırmış vahşetini duru bir şekilde anlatımıyla, Nawel Marwan’ın hayat dolu ama gittikçe zayıflayan duruşuyla sarsmıştı Incendies. Modern Kanada’da yaşayan iki genç, ortadoğuya varıp sonuca yaklaştıkça artan kalp çarpıntısı, filmin sonundaki bağışlama mesajıyla yerini gözyaşlarına bırakıyordu. Bu paragrafı yazarken otobüsün yakıldığı sahneyi tekrar izledim. Savaş filmleri sahneleri arasında en çarpıcı olanlarından birisi kesinlikle.

     2) A Separation: İran yapımı bir dramdı bu. En iyi yabancı film dalında Oscar'ı aldı götürdü, çok da iyi oldu. Anlaşmazlıkların, karşı fikirlerin, yanlış anlamaların, doğru ve yalanların insanları nasıl bir çıkmaza gömdüğünü kusursuz bir senaryo ve şahane oyunculukla anlatıyordu. Arka planda ise yer ve konu ne olursa olsun, doğu medeniyetlerinde pazarlığın ne kadar yaygın olduğuna, sınıf ve jenerasyon farklarının ülke, rejim, inanç vs gözetmeksizin yaşanabildiğine, İran’ın capcanlı ve leş trafiğine ve belki de sıfır müzikle de insanın böğrüne taş oturtacak kadar etkileyici bir film yapılabileceğine şahit oluyorduk. Çocuk oyuncuların başarısına da ayrıca dikkat çekelim. Minik kızın, oksiyen tüpüyle oynarken yaşlı adamı uyandırıp korkması, o incecik sesi ve Arap aksanıyla 'Selam' demesini unutamıyorum.


   1) Another Earth: İzlediğim günden beri en çok düşündüğüm, karelerini sürekli hatırlamaya çalıştığım ve o koskocaman, içinden gökyüzü taşan sahnelerini gözümün önüne getirebildiğimde hala tüylerimi diken diken eden bir film. Hem gözlerim sulu sulu ekrana bakmaktan kendimi alamadığım için, hem duruluğuyla mest ettiği için ve en çok da bırakın bulunduğu şehri veya ülkeyi, insanda direkt gezegenden çekip gitme arzusunu tetiklediği için, hayatımın son 15 yılını özetlediği için bu filme aşığım sanırım. Kişisel sebepler bir yana, bilim kurguya azıcık ucundan sempati besleyenleri dahi sımsıkı saracak atmosferi, çılgın kamera oyunları ve boğan melankolisiyle herhangi bi türün içine sıkıştırılmayı haketmeyen, türlerin de ötesinde olan filmler (Aronofsky'nin The Fountain'ı mesela) listesine rahatça giriyor Another Earth.